22 Mart 2009 Pazar

Ergenekon Davası ve Zihniyet Dünyamız- Ömer Laçiner

Bu ülkede, savunulamayacak kadar kirli, karanlık işlere de bulaşmış etkin bir örgütlenme, ilişkiler ağı bir sorun olarak ister istemez önümüze çıktığında; onun çoğunluğumuzca onaylanan, hatta olmazsa olmaz sayılan, gözyumulan uygulamaların türettiği bir olgu olduğu fark edilse bile, bu “temel”i görmezden gelmek, örtbas etmek “milli refleks”tir.

Çünkü o temeli işaret etmek, olgunun/sorunun kökünün, kaynağının toplumsal-siyasal düzenimizin ve tek tek paylaştığımız zihniyetin gözeneklerinde olduğu demektir. Ve biz aslında o düzen/zihniyeti normal addettiğimiz, başka/daha iyisini tasarlayamadığımız, tasarlasak dahi kendimizi bunu gerçekleştirebilecek güç ve vasıflara sahip saymadığımız için “temel”e inmeyiz, temelden başlayan çözümleri “gerçekçi” bulmayız.

“Milli refleks”in bunun yerine ikame ettiği yaklaşım, sorunu çıbanın oluştuğu yerle, irinle özdeşlemek, irine bulaşmışları fail, faili cezalandırmayı sorunu çözmek saymak diye özetlenebilir. Bununla yetinmenin -ki genellikle çevre baskısı nedeniyle- mümkün olmadığı durumlarda, yine yapı/düzen ve zihniyete dokunmadan, sorun olarak görünen örgütlenme/ilişkiler ağının en tepesinde yer alan kişileri açığa çıkarmak moduna geçilir. Bu da sorunun “köküne kadar gitmek” diye nitelenir, sunulur.*

Kendini, içinde yaşadığı düzeni/koşulları -ne denli şikayetçi, mağdur olsa da- değiştirme istek ve irade eksikliği duygusuna tekabül eden, gözeneklerine sinmiş kötürümleştirici “gerçek”leri kabullenmişlikten kaynaklanan bu tutuma artık tahammül edemeyenler son yıllarda seslerini duyurabilecek bir etkinliğe ulaşmış iseler de; bu ülkenin kamusal gücünü temsil eden, kullanan kurumların hemen tamamı ve ülke nüfusunun çoğunluğu hâlâ o tutumun etrafında durduğu için; Ergenekon soruşturmasının en sonunda ulaşacağı nokta, Susurluk’takinden pek farklı olmayacak gibi gözükmektedir.

Ama, bu sonuçla yetinebilecek genel ve resmî yaklaşım ve tutuma artık tahammül edemeyenlerin inisyatifinin güçlenmesi bu gidişatı değiştirebileceği gibi; Türkiye toplumunda hayatın ve düzenin her alanına yaygınlaştırılabilecek bir iç hesaplaşma ve kendini dönüştürme istek ve iradesi yaratabilir.

Bu bakımdan “Ergenekon vaka”sını siyasal-adli-kriminal-veçhesiyle değil bu sosyo-kültürel, zihniyete içkin boyutuyla ele almanın bir ön gereklilik olduğunu düşünüyoruz. Bu, muhtemel bir kendimizle hesaplaşma çabasının yönelmesi gereken noktalara işaret edeceği için önemlidir.

* * *

Susurluk skandalı, iki üç özel harekat polisi tetikçi ile, Korkut Eken ve İbrahim Şahin gibi bulaştıkları irinin örtülmesi mümkün olamayan birkaç kişinin kısa süren hapislikleri ile örtülebildi ise; bunda, devlet organlarının ve dönemin hükümetlerinde yer almış bütün partileriyle “siyasal sınıf”ın büyük çoğunluğunun örtbas etmeye, kösteklemeye dönük tutumunun büyük payı olduğunu belirtmek bile gereksiz. Ama, Susurluk’ta açılan ve hemen tamamı “Kürt sorunu” ile doğrudan ilişkili yüzlerce faili meçhul cinayetin, uyuşturucu, kumar, haraç çeteleriyle, mafyalarla devlet organları ve yetkililerinin girdiği karanlık ilişkilerin kaynaştığı çukur, toplumun büyük çoğunluğunun -göğsünü gere gere değilse bile- meselelerin künhüne vakıf bir edayla söylenen ve paylaşılan “bu tür -yani Kürt sorunu gibi- sorunlar ahlak ve kural dışına çıkmadan, çamura bulaşmadan çözülmez” diye özetlenen anlayışın yaygınlığı sayesinde deşilmeden bırakılabildi. O çukurun içinden yakalanmışlık telaşı şöyle dursun küçümseyerek bize bakan silüetleri ile Veli Küçük, Teoman Koman’ı değil yargı önüne çıkarmak, tenezzül buyurup da Meclis komisyonu önüne bile çıkarmak mümkün olmadı ise, bu, bağlı oldukları konumun yanısıra o kamuoyu -örtük- desteğinin de varlığındandır.

Aynı çukurda iftiharla boy gösteren Mehmet Ağar, düzen ve kamuoyunun bu ortak noktasına seslenen konuşması ve tutumuyla “kahraman” mertebesine bile çıkarıldı; tek başına partilerden çok oy alıp milletvekili seçildi, DYP’nin başına getirildi. Abdullah Çatlı “milli refleks” çekirdeğinden türeme kimliğiyle şenaatinin çokluğu oranında soy milliyetçiler tarafından ikonlaştırılabildi bu yüzden.

İki yıla yakındır, Ergenekon adı altında yürütülen soruşturmanın, birbiriyle bağlantısına dair hayli güçlü karineler bulunan iki ana konuya ilişkin olduğu biliniyor. Birincisi, AKP’nin iktidara gelişinin ertesinde Ordu yüksek komuta kademesi ve çevresinde konuşulan, planlamaları yapılan askerî darbe girişim(ler)idir. İkincisi ise bu darbe ortamını hazırlamak veya -koşullar nedeniyle darbe girişiminden cayılması, ertelenmesi, tereddütü vs. var ise- Orduyu darbe yapmaya “mecbur” edecek ortamı oluşturmak için uğraşan bir ilişkiler nebulası.

Ergenekon soruşturmasının 2008 Temmuz’undaki ikinci büyük gözaltı dalgasında tutuklanan Orgeneral Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’un emekli olduktan sonra bile bir askerî darbe doğrultusunda faaliyetler yürüttükleri iddiasıyla tutuklandıklarını biliyoruz. Son operasyonda gözaltına alınıp salıverilen eski MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç ve YÖK eski başkanı Kemal Gürüz’ün, evi aranan eski Yargıtay Başsavcısının, tutuklanan bir emekli general ile albayın da bununla ilişkili olarak sorgulandıklarını tahmin ediyoruz.

Soruşturmanın siyasetten, siyasal güç dengelerinden kesinlikle bağımsız olmayan kısmı burası. Hükümet, AKP liderliği “Savcı bağımsız, tam yetkiyle çalışıyor” diyor ama buna inanmamız da gerekmiyor. O ne derse desin; hâlâ hazırlanmamış darbe iddianamesinin, tutuklanan generallerin emekli olmadan önceki darbeye matuf faaliyetlerini kapsayıp kapsamayacağının kararını savcı vermeyecektir. Bu konuya ilişkin soruşturmanın seyri, devletin tepesinde -esas olarak hükümet ve Genelkurmay arasında- “diyalog”un hâlâ sürdüğü veya sonuçlandıysa -ki bu büyük ihtimalle 2004 tarihli Sarıkız, Ayışığı kod adlı darbe planlamasının sümen altı edilmesini kapsayacaktır- aşamalı bir tevkifat planında anlaşma yapıldığı izlenimini veriyor.

Hazırlanacak iddianamenin en kritik noktası hiç şüphesiz askerî darbe planı ile “hazırlık” faslının nasıl ilişkilendirileceğidir. Merkezinde Veli Küçük’ün yer aldığı -halen yargılaması süren- ilişki ağı, “Atabeyler” özel kuvvet subaylarından oluşma hücrelerle, İbrahim Şahin’in organize ettiği timlerle ilişkileri delillendirilerek mi yoksa birbirinden bağımsız herbiri bir cunta için çalışan birimler olarak mı ya da ayrı ama bir merkeze bağlı işlevleri farklı gruplar olarak mı sunulacak iddianamede bilemiyoruz. Bunların “emir komuta zinciri dahilinde” yapılacak bir darbe için mi yoksa bu “zincir”in dışında -27 Mayıs türü- bir darbe için kurulmuş bir cunta hesabına mı faaliyet yürüttüklerini söyleyecek iddianame bize. Belki de iddianame, Ordunun en üst/üst kademesinde darbe planlarının bir (?) tarihte tamamen rafa kaldırıldığını, Danıştay cinayeti, bombalamalar, gömülü silah ve cephanelerle, suikast planlarıyla tutuklanan, tutuklanacak olanların birbirleriyle irtibatlı veya haberdar olarak Orduyu darbe yapmaya “mecbur” edecek bir ortam yaratmak için resen harekete geçmiş örgütümsü unsurlardan oluşma bir “network”ten söz edecek.

Eğer iddianame bu son bahsedilen ihtimale uyarlı şekilde hazırlanmış olursa; Ordu komuta kadroları içinde yapılmış darbe planlarına dair dosya rafa kaldırıldığı gibi, emekli olduktan sonra Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’un ADD ve VKGB türü oluşumlarla darbe ortamı yaratmaya çalıştıkları iddiası da düşebilecek; Ergenekon davası, silah, cephane yakalatan, suikastlarda doğrudan ve fiilen ilişkisi tespit edilmiş kişilerle sınırlı olan orta boy bir çete(ler) davası haline gelmiş olacaktır.

Yakın zamana kadar en azından Danıştay suikastı ve Cumhuriyet gazetesinin bombalanması ile ilişkisine dair ciddi karineler olduğunu bilmesine rağmen “Veli Küçük ve arkadaşları”nın avukatlığını üstlenmekte bir beis görmeyen CHP sözcülüğündeki muhalefetin en son operasyondan sonra diskurunda yaptığı revizyon, onun da işi bu noktaya getirtmek istediği anlamına geliyor.

Bitmedi. Savcı, Veli Küçük, İbrahim Şahin ve Fikri Karadağ gibi isimlerin şu son beş altı yılda bir askerî darbe ile ilişkilendirilebilir faaliyetlerinden önce de; Susurluk skandalında üstü açılan ama ardından kapatılan faili meçhul cinayetler, mafya bağlantıları faslında bu kez devlet memuru olarak yer aldıkları, “tanış”tıklarına dair kanıt ve karinelerden hareketle iddianamesini genişletebilir veya ek-paralel bir soruşturma başlatabilir. İddianame ve eklerinde bunun yapılabileceğini gösteren işaretler yok değil, ama bu “aşama” da siyasal karara bağlı. İntihar eden eski JİTEM sorumlusu emekli Albay Abdülkerim Kırca’nın yargılandığı dava dosyasını ve 33 erin öldürülmesi ile ilgili soruşturma evrakını isteyen Ergenekon savcısının nereye kadar gidebileceğini de o karar belirleyecek.

Burada duralım. CHP ve MHP’nin “ulusalcı”larla birlikte yer aldığı “Ergenekon soruşturması”na muhalefet cephesinin, olay siyasidir diye haykırması şüphesiz yanlış değildir. Ancak, onlara göre “siyasi”lik, AKP’nin, örneğin Veli Küçük ve arkadaşlarına kanıtlanamayacak suçlar atfederek yarattığı havadan yararlanarak kendisine yönelik tüm muhalefeti sindirmeyi amaçlamasındadır. Soruşturma bu amacın bir aletidir. Bu cephenin bir bölümü de, soruşturma konusu olan somut vakaların, ortaya çıkarılan silah, cephane ve patlayıcıların birer bahane olduklarını, asıl meselenin ABD-NATO ve elbette AB yandaşları ile “ulusalcı-Avrasyacı”lar arasındaki mücadele olduğunu, soruşturmanın ABD...cilerin saldırıya geçişi, devlet ve toplumdaki “ulusalcı-Avrasyacı” akımı tasfiye girişimi olarak anlamlandırılmasını herkesin de tavrını öncelikle ve asıl olarak bunu dikkate alarak belirlemesi gerektiğini söylüyor. Bunlara ek olarak soruşturma Türkiye Cumhuriyeti’ni savunanlar ile bu Cumhuriyeti yıkmak isteyenler arasındaki mücadele bağlamına yerleştiriliyor ve gözaltına alınanların tümünün “Cumhuriyeti savunmaya çalışan vatanseverler” olduğu belirtiliyor. Örneğin, 1990’lı yıllarda sayısız faili meçhul cinayetin sorumlusu olarak yargılanırken intihar eden eski JİTEM komutanı emekli albaya bir “kahraman” olduğu halde gereğince sahip çıkılmadığı, bunun “Cumhuriyeti savunma” adına ölümcül bir zaaf olduğu ilân ediliyor. Bu cephenin “siyasi”lik iddialarının bir argümanı da, AKP-hükümet güdümündeki soruşturmanın, “kökü 1950’lere dayanan ‘derin devlet’i tasfiye” paravanası altında, AKP’nin kendi derin devletini kurma girişiminin bir aracı olduğu. Bu argümanı AKP ile sınırlamayıp, Emniyet aygıtında kilit noktaları tuttuğu öne sürülen Fethullah Gülen cemaati/hareketinin askerî darbe soruşturması kılıfı altında polis gücüne dayalı bir darbe gerçekleştirmekte olduğu iddiasına kadar uzatanlar da yok değil.

Bu iddiaların ortak noktası, gömülü silahlar, cephanelikler, suikast planları, şantaj dokümanları, darbe planları, Danıştay cinayeti ve Cumhuriyet’in bombalanması gibi ne anlama geldikleri apaçık kanıt ve karineler içeren somut olguları neredeyse önemsiz ayrıntılar derekesine indiriyor oluşudur. Dikkatimizi, siyasal ilgimizi tepemizde oynanan -dünya ölçeğindeki bir güç oyunu- mücadelesine yöneltmemizi telkin eden bir dil, açıklama kalıbı kullanmasıdır. Sıradan insanların, yurttaşların müdahil olmayı düşünemeyeceği, çoktan teşekkül etmiş devlet güçleri, ordular, muktedir istihbarat örgütleri gibi dev oyuncuların çarpıştıkları bu savaşta taraflardan hangisinin kazanmasını istiyorsa onu desteklediğini naçizane söylemekten, o tarafın ona empoze ettiğini karınca kararınca yapmaktan öte bir katkısının olamayacağı bir manzara çiziliyor.

Topluma, onu güdecek çobanların arasındaki kapışmayı seyreden bir sürü gibi gören bir dildir bu. Koyunlara seslendiğinden gayet emin olduğundan dolayı herhalde; bu koyunların çobanlardan birinin onları kavalının sesiyle kendine yönlendirmesi ile diğerinin silaha davranıp öbür çobanı tasfiye ederek sürüye “marş marş” demesi arasındaki farka da aldırmayacaklarını, bu farkı görecek ve önemseyecek ahlaki/medeni vasıflara sahip olmadıklarına dair “bilgi”sine de güveniyor demektir.

Ne tür eylemler, işler için kullanılacağı bilinen silah, patlayıcı, şantaj kaseti gibi araçlar ortada dururken; bu “araç”larla birlikte tutuklanan insanların “ulusalcı”, “Avrasyacı” “AKP muhalifi” gibi siyasal kimliklerini, asıl dikkat edilmesi gereken noktanın bu olduğunu ısrarla vurgularken de bu “bilgi”ye yaslanıyor. Çünkü bu tür bir bilgiye güvenmek, sahiplendiği o siyasi kimlik-amaç adına bütün o araçların pekâlâ kullanılabileceğini, araç ve yöntemlerin türüne, süfliliğine, içerdiği alçaklık derecesine takılmamamızı telkin etmeyi gerektirir. Yaptıkları da zaten budur.

Bu telkin başka durumlarda da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Ergenekon sanıklarından “ulusalcı”, “Avrasyacı” kesimin en şirret sözcülerinden Doğu Perinçek, mahkemedeki savunmasında intihar eden JİTEM komutanı albayın bir kahraman olduğunu haykırıp, Türk milletinin bu tür kahramanlarına yeterince sahip çıkmadığı takdirde varlığını tehlikeye atmış olacağını söyledi.

Savaşa bir biçimde katılan herkese değil, kendisinden çok daha güçlü ve avantajlı bir kuvvet karşısında büyük risk alarak, istisnai bir başarı gösterenlere verilen özel bir ünvan/payedir “kahramanlık”. Bu durumda diyelim kalabalık bir PKK gerilla müfrezesinin kuşatmasını yarıp çıkmış bir asker veya asker grubuna “kahraman” demek yadırgatıcı değildir.

İntihar eden JİTEM albayı ise, birçok kişiyi en savunmasız oldukları durumu kollayıp derdest ettirerek ağır işkencelerden geçirip öldürme veya öldürtmekle itham edilerek yargılanmakta olan bir kişi idi.

Perinçek’e göre; bu iki durum arasında hiçbir fark yoktur. Eğer bir şey “PKK ile savaş” adı altında yapılıyor, siz de buna onay veriyor iseniz, o işin iğrençliği, alçaklık derecesi değil, etkililiğidir önemli olan. JİTEM’ci albay, bir PKK kuşatmasını yarıp çıkmış bir askerden çok daha fazla “PKK’lı” öldürdüğü için herhalde çok daha kahramandır Perinçek’in gözünde.

Albay Kırca en azından intihar ederek, böyle düşünmediğini, vicdanının o karanlık sicili artık taşıyamadığını gösterdi hepimize. Onun dramına üzülebiliriz de.

Perinçek gibiler hakkında söylenmesi gerekenlere ise irin ve çürümüşlüğe dair söyleneceklerle aynı türden sayılabileceği için, gerek yok.

* * *

Ergenekon soruşturmasında “savcı”nın arkasında duran siyasal anlayış (AKP) ile sanıklar ve “avukat”larının siyasal anlayışı arasında hiç de uçurumlar yoktur. Her ne kadar, Türkiye’nin son yüzyılı, bu iki kesimin toplumdaki değişime paralel aşamalardan geçen iktidar mücadelesi ekseninde yaşanmış ise de, bu mücadelenin pek çok ortak noktanın paylaşıldığı ortak bir siyasal zihniyet zemininde ve bu zemini muhafazaya dikkat edilerek sürdürüldüğü de ortadadır.

Bu dergide, söz konusu mücadelenin en azından 22 Temmuz seçimleri ile AKP’nin kesin zaferi ile tescillenmiş sayılacağını, diğerlerinin bundan böyle hatta 2002 Kasım’ından beri ancak artçı muharebeleri vererek konumlarını korumaya çalışacaklarını, genel gidişatı bu tespit temelinde değerlendirmek gerektiğini defalarca belirttik, açıkladık. Bu bakımdan 2004’teki darbe planlamalarının, 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi ve ertesine tekabül eden benzer amaçlı girişimlerinin de -ülke için kısa/orta vadede vahim sonuçları olabilirdi ise de- gidişatı gerisin geriye çeviremeyecek, gözü kararmış bir artçı muharebe tarzından başka bir şey değildir.

“Darbe” umuduna sarılmış olan bütün bu fanatik laik(çi), ulusalcı-faşist kesimin siyasal-toplumsal statülerinden aşağı düşmeleri -onlar için bu tasfiye olmak anlamına geliyor, öfkeleri de bundan dolayıdır- az önce de belirtildiği üzere; AKP’nin şahsında yeni bir siyasal zihniyetin hüküm sürmeye başladığını göstermiyor. AKP, iktidar mücadelesi verdikleri ile paylaşageldiği siyasal zihniyetin en temel öğelerini onlar kadar korumaya kararlı olduğunu şimdiye kadar birçok vesileyle gösterdiği gibi, Ergenekon soruşturması bağlamında da aynı tutumunu sürdürüyor. Bu soruşturmanın dosyalarında mevcut kanıt ve karinelerin bile üzerine gidilmesi için yettiği, imkân yarattığı noktalar, konuları kapattıracak bir “duruş” sergileyerek, geleneksel siyasal zihniyetin sorgulanmasını önlemeye çalışıyor.

Örneğin, bu ülkenin geleneksel siyasal zihniyet dünyası, “askerî darbenin bir siyasal alternatif olduğunu” kabullenmeyi içerir.

Askerî darbeye ilke olarak karşı çıkılmaz. “Siyasiler” de toplumun büyük çoğunluğu da askerî darbenin bir toplumun öz saygı ve güvenini gelişmişliğinden türeyen haysiyetinin çiğnenmesi olduğunu düşünmez. Kişiler ve siyasi akımlar, partiler askerî darbeleri kime karşı yapıldığı kime fayda ve zarar vereceği hesabı üzerinden yargılar buna göre de tavır belirlerler.

Bu anlayış sadece demokrasiyi kötürümleştirmekle kalmaz; temelindeki “sopayla ıslah edilmeye müstehak olunduğu” ön kabulü, toplumun tüm ilişkilerine sızan bir asit işlevi görür. Dolayısıyla da o toplum, fiziken veya iktisadi olarak ne denli büyürse büyüsün; o asitin içten içe etkisiyle çürümesi de kaçınılmazdır. O yüzden de, bu derinlikten yoksun kofluğun sezgisiyle, en ufak bir tehlike, zorlanma karşısında dağılıp parçalanacağı “yok olacağı” korkusuna, paniğine kolaylıkla kapılır.

Dolayısıyla, askerî darbeyi kabullenme illetinden olabildiğince tam ve kesin biçimde kurtulmak hayatî bir önem ve öncelik taşır. Oysa AKP hükümeti, ortada gayet açık karineler, inkar edilemez kanıtlar olmasına rağmen, darbe girişimlerinin üzerine gidilmesini, teşhir edilmesini savsaklamakla yetinmeyip, bunu yapmaya çalışan inisyatifleri de elinden geldiğince engellemeye uğraşmaktadır. Ergenekon soruşturmasının, kaçınılmaz olarak gelip dayandığı bu darbe girişimleri bahsinde ne denli gevşek yürütüldüğü, ister istemez açığa çıkan çarpıcı bulgularla gözler darbelerin yuvasına, Orduya çevrildiğinde bilhassa Başbakan’ın nasıl “ikili görüşme”lerle gerilimi azaltmaya koşturduğunu defalarca gördük. Anlaşılan odur ki, Başbakan ve partisi, zaman içinde “ünsiyet”lerini epeyce ilerletebileceklerini umdukları, Ordunun siyasal alternatif olma “potansiyeli”nin bertaraf edilmesinden yana değildir. Bu “potansiyel”in “ünsiyet” yeterince sağlandığında pekâlâ kendileri hesabına işleyecek bir koz olacağını bilerek, bu muhtemel kozdan yoksun olmak istemiyorlar.

Türkiye toplumu bu “koz”un şu veya bu siyasal akım/kadro açısından gayet elverişli bir araç olduğunu anladığı kadar, her durumda kendisine karşı kullanılan, onun en değerli olması gereken öz saygı ve güvenini, geliştirici haslet ve vasıflarını ezen bir nitelikte olduğunun bilincine varmak zorundadır. Ergenekon soruşturması bu bilincin uyanması ve harekete geçmesi için bir imkân ve zemindir.

Bu soruşturma, Susurluk’a ve daha da gerilere uzanan kökleriyle Türkiye’de devlet adına kullanılan yürütme yargı ve hatta yasama gücünün hukuk dışı, kirli araçlar ve ilişkilere cevaz veren kullanımının, tiksinti verici sayfalarını ve sonuçlarını gösteren, hatırlatan bir seyir izledi.

Ve hepimiz bilmekteyiz ki, bu “resmî geçit”in şu veya bu unsurundan toplum olarak ne denli utansak ve karşı çıksak da; bütün o kanlı, karanlık ve tiksindirici sahnelerin çokluğu ve yaygınlığı “devlet gerektiğinde hukuk dışı yollara sapabilir, kirli araç ve yöntemler kullanabilir” diye özetlenebilecek bir kabulün, kabüllenmenin köklü oluşundan ötürüdür.

Devlet gücünü kullananlar, bu gücün desteğine sırtını dayayanlar, şüphesiz bu kabullenmenin verdiği serbestlikten mahrum kalmak istemeyeceklerdir. Bunlar nasıl saptandığı -aslında belli olan- ama uhrevi bir anlam yüklenen “devletin yüksek menfaatleri”nin hukuk ve ahlâk ilkeleriyle sınırlandırılmaması gerektiğini savunarak, bu şaşaalı perdenin gerisinde kendi güç ve çıkar güdülerini tatmin etmelerine hizmet eden “devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar” kuralının hep geçerli kalması için sonuna kadar uğraşabilirler. İşbaşındaki hükümetler, mızrağın çuvalı deldiği durumlarda, hukuk dışı yollara sapanları, kirli araç ve yöntemleri kullanan “münferit” kişileri cezalandırma sözü verse de; kuralın kendisine dokunmaz.

Bu, şaşaalı perdeler ardındaki kangrenleştirici ile uğraşmak, ilkinden çok daha zordur. Türkiye toplumu, eğer, halen olduğu gibi “devletin ali menfaati” adına hukuk ve ahlak dışına çıkmasına benzetebileceğimiz yaygın tutumunu terk etme kararlılığını gösterebilirse; yani kendi bireysel, grupsal çıkarını kural ve etik dahilinde gerçekleştiremediğinde kuralı, etiği çiğneyecek bir güce müracaat etme alışkanlığını reddettirecek bir medeni olgunluk düzeyini kendine lâyık görüyorsa; saptadığı ve koruma sorumluluğunu, gücünü de üstlendiği kural ve etikle yaşamak isteyen bir topluma dönüşme inisyatifini yaratır, besleyebilir ve devlet-iktidar düzeyini de kendisine yaraşır hale gelmeye icbar eder.

Ergenekon’dan gerçek çıkış da bu olurdu. Ama herhalde şu soruşturma tünelinin karanlığında zayıf da olsa bu ışığı görüyor isek de; mevcut durum bize Ergenekon’un bir efsane, şu yukarıdaki paragrafta söylenenlerin de bir ütopya olduğunu hatırlatıyor.

(*) Ama, belirtmek de gerekir ki; bu “milli refleks”in 6-7 Eylül olayı, Susurluk vb. müstehcenliği örtülemez türden tezahürler karşısında rahatsız olan yüzüdür. Refleksin çekirdeği ise bunları da sineye çekmemizi, hatta savunmamızı talep eder. Rahatsız olan ve çekirdekte duran tarafların bileşimi karşılaşılan vak’anın türüne, o sırada hangi pozisyonda olunduğuna bağlı olarak değişebilir; ancak soy milliyetçilik daima her durumda çekirdekte yer aldığı için, bu yumuşayabilen ve katı çift yönü ile bu tutumun kendisine “milli refleks” diyoruz. Ama eğer vak’anın ortasında bir yerde Ordu silüet halinde bile görünüyor ise, refleks hemen tamamen çekirdek üzerinden dışa vurulur, vak’a tabulaştırılır. Kurum olarak Ordudan korkulduğu için değildir bu; milli kimlik algımızın odağında fiziki-nicel güçlülük birincil derecede yer aldığı, Ordu da bunu temsil ettiği içindir.

18 Mart 2009 Çarşamba

DEVLET ÖZÜR DİLEMEK ZORUNDA KALMAMALI

Av. Kadir Seçkin BİLGİLİ-Kocaeli Barosu

İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış ya da Cezalara Karşı Sözleşmede; bu sözleşmenin amaçları bakımından işkence terimi, bir kimseye kendisinden ya da üçüncü bir kişiden bilgi ya da bir itiraf sağlamak, kendisinin ya da üçüncü bir kişinin işlediği ya da işlediğinden kuşku duyulan bir eylemden ötürü onu cezalandırmak, kendisine ya da üçüncü bir kişiye gözdağı vermek ya da zorlamak amacıyla ya da herhangi bir ayrımcılığa dayalı bir nedenle bir resmi görevli ya da resmi sıfatla davranan bir başkası tarafından ya da onun kışkırtması ya da oluru ya da izniyle bilerek maddi ya da manevi ağır acı vermek ya da eziyette bulunmaktır.(Sözleşme madde 1)

Ana Britannica ansiklopedisi ise işkenceyi bir kimseye bir şeyi söyletme ya da yaptırma amacıyla maddi ya da psikolojik yöntemlerle acı çektirerek uygulanan baskı ya da eziyet olarak tanımlamaktadır.

Sosyalist kimliğiyle tanınan gazeteci yazar Erbil TUŞALP’e göre işkence, insan bedeninin ve ruhunun normal bütünlüğüne bir arıza, bir eksiklik, bir sapma, bir eza getirecek olan ve bu yolla insana bedensel ya da ruhsal bir acı çektirecek olan maddi ve manevi eylemlerdir.

İşkence, fiziksel ya da otorite olarak üstün durumda olan tarafın, eline geçirdiği bireye çeşitli nedenlerle fiziksel ya da ruhsal acı vererek bir yarar elde etmeye çalışmasıdır. Bu tanımdan yola çıkarak işkenceyi iki gruba ayırabiliriz. Bireyin bireye uyguladığı işkence, devlet görevlilerinin bireylere uyguladığı işkence. Üstün tarafı devlet olmayan işkence olguları genel olarak suçla mücadele çerçevesinde değerlendirildiğinden bu yazının konusu dışında kalmaktadır.

Tarafı devlet olan işkence olguları da yaygın ve devlet politikası olarak işkence ve devlet görevlilerinin, bu sıfatlarını kullanarak uyguladıkları münferit(!) olgular olarak iki grupta incelenebilir. Bu sınıflandırma yalnızca inceleme kolaylığı açısından yapılmış olup devletin sorumluluğunu kaldıran ya da hafifleten bir yanı yoktur.

İşkence çağlar boyunca devletlerin sistemli olarak kullandıkları bir egemenlik, otorite enstrümanı olmuştur. Dinsel nedenlerle, cezalandırmak için, egemenliğini pekiştirmek, intikam almak amacıyla ya da bilgi almak, şüpheli veya sanığı bilgi vermeye zorlamak için kullanılmıştır. Devlet biçimi değiştikçe, bireylerin devlet üzerindeki baskı ve etkisi arttıkça işkence olayları azalmış fakat bitmemiştir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesi işkenceyi son derece kesin bir şekilde yasaklamaktadır. Sözleşmenin yaklaşımı o kadar katıdır ki Mahkeme’nin bir kararında belirttiği gibi “ulusun yaşamını tehdit eden olağanüstü durumlarda bile sözleşmenin 15. maddesinde düzenlenen kısıtlama (derogation) yoluna gidilemez”[1].

Avrupa Birliği yolunda ilerlediğimizi ileri süren hatta bu uğurda ulusal egemenlik idesinden bile vazgeçebileceğimizi ima eden davranışlar içinde bulunan hükümet, devletin koruması altındaki tutuklular devlet görevlileri tarafından işkenceyle öldürüldüğünde özür dileyerek sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor.

Tarih kadar eski olan işkence, insan haklarının en kötü biçimde çiğnenmesini içeriyor. Ortaçağda şüpheli olan din muhaliflerine işkence uygulanıyordu. İşkence düşüncelerinden vazgeçirmek için Engizisyon tarafından yapılıyordu. Geride bıraktığımız yüzyılda ise işkence Nazilerin toplama kampları ile tarihe geçti ve kurumsallaştı. Gulag Takımadaları da işkence tarihinin bir parçasını oluşturuyor. 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin yayınlanması ile birlikte işkencenin yasaklanması önemli bir olaydı. Ancak işkence yine durmadı. Fransızlar sekiz yıllık Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954-1962) sırasında sistematik işkence uyguladılar[2]. Saygon yönetimi Vietnam Savaşı süresince şüpheli kişi olarak nitelediği Vietkong yanlılarına acımasızca işkence yaptı.

12 eylül 1980 darbesi ile yönetime el koyan askeri yönetim döneminde ve ardından gelen yarı-sivil hükümet iktidarı sırasında 1 milyon 683 bin kişi 'fiş'lendi, 650 bin kişi gözaltına alındı, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi idam istemiyle yargılandı, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 kişinin idam dosyası Yargıtay’ca onandı, 49 kişi idam edildi, 71 bin kişi 141, 142 ve 163'den yargılandı, 98 bin 404 kişi 'örgüt üyesi' olmak suçundan yargılandı, 300 kişi 'kuşkulu bir şekilde' öldü, 171 kişinin 'işkenceden öldüğü belgelerle kanıtlandı, 14 kişi cezaevindeki uygulamaları protesto etmek için yaptıkları 'açlık grevi' sonucu yaşamını yitirdi[3].

Gözaltında cop sokularak tecavüze uğradığını ileri süren bir bayana cevaben emekli Orgeneral, kendini fesheden Milliyetçi Demokrasi Partisi genel başkanı Turgut SUNALP’in verdiği yanıt oldukça düşündürücüydü: “Sanıklara cop sokmaya ihtiyacımız yoktu ki elimizde taş gibi Anadolu delikanlıları vardı.”

İşkence mevcut durumu korumak ve sürdürmek, muhalefeti bastırmak, yeni dengeler oluşturmak, bunalımların faturasını belirli kesimlere yüklemek, bağımlılık koşullarını sürdürmek, bireylerin direncini kırmak, gözdağı vererek baskı altında tutmak, korkutmak, sindirmek, itirafa zorlamak, iradesi dışında zorla kabul ettirmek, suçlananların savunmasını engellemek, suçları örtbas ederek suçlamaları engellemek, bilinçli ve sistemli olarak kırıma yönelmek, ayrımcılık ve intikam nedenleri ile yapılabilir. İşkencenin nedeni ve amacı işkenceyi haklı kılmaz, bir insanlık suçu olduğu gerçeğini değiştirmez.

“İşkence sanıktan doğru bilgi almak için yapılmaktadır. Eğer doğru olmayan uydurma cevaplar verilirse işkence daha da arttırılacaktır. O halde, bu durumun sanıklarca da bilinmesi tabii olduğuna göre, bu önermenin mantıki sonucu, işkenceye maruz kalanın doğru cevap vermesidir. Öyleyse ifadelerin işkence altında alındığı sabit görülse bile, bu ifadenin gerçekdışı olduğunu, itibar edilmeyeceğini ortaya koymaz.

…. İşkence ayrı, işkence sonucu verilen ifadenin doğruluğu ayrı şeylerdir…

…. İşkence sanığa sorgulamayı yapanın istediğini söyletmek için insan haysiyetine yakışmayan maddi ve manevi baskılarda bulunulmasıdır. İşkence TCK yönünden suçtur…

…. Sanık hakim huzurunda cevap vermeme hakkını haiz olduğuna göre evleviyetle poliste de cevap vermeme hakkına sahiptir…

…. Polisin yahut diğer güvenlik görevlilerinin işkence yapmaları için hiçbir sebep yoktur. Polis vatandaşın, sanığın yahut sanıkların hasmı değildir. Polisin, bir takım polisiye metotlarla ifade alması ile işkence tefrik edilmelidir…”[4]

Giresun, Bulancak, Keşap, Espiye, Tirebolu, dereli yöresinden 291 genç insan işkenceyi böyle yorumlayan bir yargıçlar kurulu kararı ile yargılandılar. 1 yıl 3 ay 12 günde ulaşılan karar aşamasında 161 sanık, aralarında idam cezası da olan çeşitli cezalara çarptırıldılar.

Sadece sorgu sırasında işkence yapılmamaktadır. Muhalefetin ve başkaldırının oluşabileceği her alanda acımasızca işkence yapılmaktadır. Ancak emniyet ve cezaevleri ile kimi kurumlar baskı ve denetimin yoğun olduğu yerlerdir. Özellikle cezaevlerinde kimi zaman kitle kırımlarının uygulandığına tanık olunmuştur. Bu konuda akla ilk gelen örnek Nazilerdir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uygulanan apartheid (ırk ayrımı) politikası soykırımı amaçlamaktadır. Ülkemizde yaşanan son sıcak örnek de Yürüyüş Dergisi dağıtırken 28 eylül 2008 günü gözaltına alınan ve götürüldüğü polis merkezi ve tutukevinde gördüğü işkence sonucu yaşamını yitiren Engin ÇEBER’dir.

Engin ÇEBER olayını ülkemizde yaşanan diğer işkencede ölüm ve cezaevlerinde 19 ayda gerçekleşen 29 ölüm olaylarından ayıran nokta Adalet Bakanı Mehmet Ali ŞAHİN’in devlet adına özür dilemesiydi. İlk kez devlet, gözetimi altında bulunan bir bireye kötü muamele yapıldığını ve bu nedenle hayatını kaybettiğini kabul ediyor ve bu durum nedeniyle özür diliyordu. Ne var ki savunma değişmemişti: Münferit bir olaydır!

Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti sosyal bir hukuk devletidir. Hukuk devleti demek, devletin kendi koyduğu kurallarla kendini bağlı kılması demektir. Devlet kendi kurallarıyla kendini bağlı kılmaz ise bu durumda polis devleti niteliği kazanır. Kısaca bir göz atalım mevzuatımıza neler var:

Anayasa,

Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.( madde 17)

5237 sayılı Türk Ceza Yasası;

Madde 77- (1) Aşağıdaki fiillerin, siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi, insanlığa karşı suç oluşturur: a) Kasten öldürme.

b) Kasten yaralama.

c) İşkence, eziyet veya köleleştirme.

d) Kişi hürriyetinden yoksun kılma.

e) Bilimsel deneylere tabi kılma.

f) Cinsel saldırıda bulunma, çocukların cinsel istismarı.

g) Zorla hamile bırakma.

h) Zorla fuhşa sevketme.(5237 sayılı TCK İnsanlığa karşı suçlar başlıklı madde 77/1)

Madde 94- (1) Bir kişiye karşı insan onuruyla bağdaşmayan ve bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin etkilenmesine, aşağılanmasına yol açacak davranışları gerçekleştiren kamu görevlisi hakkında üç yıldan oniki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (2) Suçun;

a) Çocuğa, beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye ya da gebe kadına karşı,

b) Avukata veya diğer kamu görevlisine karşı görevi dolayısıyla, İşlenmesi halinde, sekiz yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

(3) Fiilin cinsel yönden taciz şeklinde gerçekleşmesi halinde, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

(4) Bu suçun işlenişine iştirak eden diğer kişiler de kamu görevlisi gibi cezalandırılır.

(5) Bu suçun ihmali davranışla işlenmesi halinde, verilecek cezada bu nedenle indirim yapılmaz. Madde 95- (1) İşkence fiilleri, mağdurun;

a) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına,

b) Konuşmasında sürekli zorluğa,

c) Yüzünde sabit ize,

d) Yaşamını tehlikeye sokan bir duruma,

e) Gebe bir kadına karşı işlenip de çocuğunun vaktinden önce doğmasına, Neden olmuşsa, yukarıdaki maddeye göre belirlenen ceza, yarı oranında artırılır.

(2) İşkence fiilleri, mağdurun;

a) İyileşmesi olanağı bulunmayan bir hastalığa veya bitkisel hayata girmesine,

b) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine,

c) Konuşma ya da çocuk yapma yeteneklerinin kaybolmasına,

d) Yüzünün sürekli değişikliğine,

e) Gebe bir kadına karşı işlenip de çocuğunun düşmesine,

Neden olmuşsa, yukarıdaki maddeye göre belirlenen ceza, bir kat artırılır.

(3) İşkence fiillerinin vücutta kemik kırılmasına neden olması halinde, kırığın hayat fonksiyonlarındaki etkisine göre sekiz yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (4) İşkence sonucunda ölüm meydana gelmişse, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur. Madde 96- (1) Bir kimsenin eziyet çekmesine yol açacak davranışları gerçekleştiren kişi hakkında iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

(2) Yukarıdaki fıkra kapsamına giren fiillerin;

a) Çocuğa, beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye ya da gebe kadına karşı,

b) Üstsoy veya altsoya, babalık veya analığa ya da eşe karşı,

İşlenmesi halinde, kişi hakkında üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

Görüldüğü gibi gerek Anayasamızda gerekse Ceza Yasamızda işkence ve eziyet suç olarak kabul edilmiş ve ağır yaptırımlara bağlanmıştır. Mevzuatımızdaki düzenlemeler yukarıdaki hükümlerle sınırlı değildir:

Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.(İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi)[5]

Madde 3

İşkence yasağı

Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi)[6]

BM İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme[7]

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.(Anayasa madde 90/5)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak altına imza koyduğumuz ve TBMM tarafından uygun görülerek onaylanan ve yürürlüğe sokulan uluslararası antlaşma ve sözleşmeler de birer iç hukuk kuralı haline gelmiştir. Üstelik ülkemiz tüm bu işkence karşıtı sözleşmeleri en hızlı imzalayan ve onaylayan ülkeler arasındadır.

İşkenceye karşı kabul edilen tüm bu hükümlere karşın yaygın ama münferit(!) bir şekilde uygulanan işkence olguları nedeniyle ülkemiz hukuk devleti niteliğinden giderek uzaklaşmaktadır.

İşkence olgularının, ne kadar yaygın olsa da sistematik değil de münferit olgular olduğunu kabul etsek bile devletin sorumluluğunun ortadan kalkmadığını belirtmiştik. Öyleyse ne yapılmalı, biraz da bu sorunun yanıtını bulmaya çalışalım.

Bir iç hukuk kuralı haline gelen AİHS hükümleri ve devleti hemen her başvuruda sıkıntıya sokan, onbinlerce Avro tazminat ödemek zorunda bırakan AİHM kararlarını inceleyerek biraz olsun çözüme yaklaşabiliriz.

Bilindiği gibi AİHS 3. maddesi her türlü işkence, onur kırıcı ve küçük düşürücü davranış ve cezayı yasaklamaktadır. Tek cümleden ibaret olan bu maddenin, derinlemesine incelendiğinde sözleşmeci devletlere bir takım etkin ve edilgin yükümlülükler getirdiği anlaşılacaktır. İlk yükümlülük “tabi tutulamaz” ibaresiyle getirilmiş ve işkence, onur kırıcı ve küçük düşürücü muamele ve ceza yasaklanmıştır. Kısaca sözleşme “işkence yapmayacaksın” demektedir. Lafzın kısalığı yükümlülüğünde bu kadar olduğu yanılgısını getirmemelidir.

Sözleşmeye göre kurulan ve yetkisini ve kararlarının bağlayıcılığını kabul ettiğimiz AİHM içtihatları incelendiğinde “yapmayacaksın” edilgin yükümlülüğü dışında “işkenceyi soruşturacaksın”, “sorumluları bulacaksın ve cezalandıracaksın” etkin yükümlülüklerini de görmekteyiz.

Mahkeme çeşitli kararlarında işkencenin çok ciddi bir ihlal olduğunu ve varlığını işaret eden bir belirtinin varlığında devletin bu hususu mutlaka soruşturması gerektiğini söylemektedir. Bu soruşturmanın etkili ve ulaşılabilir yöntemlerle yapılması gerektiğini, sonuçlarının doyurucu olmasını ve kamu vicdanını tatmin etmesini öngörmektedir. Devletin sorumluluğunun göz altından serbest bırakmakla sona ermediğini, serbest bırakılan kişinin, hele bir de işkence iddiası varsa serbest bırakıldıktan sonra da devam edeceğini çeşitli kararlarında dile getirmektedir[8].

Ansiklopedi ciltlerini dolduracak veriler içeren bu kısa bilgilerin ışığı altında devletin neler yapması gerektiğini, sıcak örnek Engin ÇEBER olayı ile açıklamaya çalışalım:

İlk olarak ölümün nedeninin bulunması gerekmektedir. Çeber ailesinin ve konuyla ilgili sivil toplum örgütü temsilcilerinin huzurunda ölü dış muayenesi ve otopsi yapılarak sonuçların saydam ve anlaşılır bir dille ilan edilmesi doğru olacaktır. Bu sayede ölüm nedeni sağlıklı bir şekilde belirlenebilecektir.

Ölüm darp ve kötü muamele ya da işkence nedeniyle gerçekleşmişse Engin ÇEBER ile ilgilenen(!) tüm resmi görevlilerin, bu listeye sağlık raporu düzenleyen doktorlar da dahil, bilgisine başvurulmalıdır. Bu soruşturma yapılırken, soruşturmacılar ile bilgisine başvurulanlar arasında hiyerarşik bir ilişki olmamasına özen gösterilmelidir (polis memurlarının gene polis kökenli İçişleri Bakanlığı Müfettişlerince sorgulanmaması gibi). Sağlıklı bir soruşturma ile olaydan sorumlu olan görevlilerin tespiti ve haklarında kovuşturma açılması sonraki aşama olmalıdır.

Açık, etkin ve hızlı bir yargılama ile en üst noktadan en alt kademedekilere kadar tüm sorumlulara kamu vicdanını tatmin edici bir ceza verilmesi ve cezanın hakkıyla infazı ile süreç sona erecektir. Baştan savma soruşturmalar, komik gerekçelerle uzatılan ve yıllar süren yargılamalar ve sonuçta ceza çıkmaması ya da verilen cezanın mağdurları ve kamu vicdanını tatminden uzak olması durumunda münferit olguların yaygınlaştığı gözlenen bir gerçektir.

Toplum olarak kararlı bir duruş, etkin ve hızlı bir soruşturma, etkili ve mutlaka infaz edilecek bir ceza karşısında harekete geçmeden önce birkaç kez düşünmeyecek bir birey yoktur. Bu sistem oturtulduğunda ise gerçekten münferit olguların mağdurları devletin yanlarında olduğunu, sorumluların cezasız kalmayacağını bilmenin huzuru ile sırtlarını devletlerine dayayabileceklerdir. Böylece devlet özür dilemek zorunda da kalmayacaktır.



[1] http://ihami.anadolu.edu.tr/aihmgoster.asp?id=622 AİHM 18.12.1996 gün ve 622 numaralı AKSOY/TÜRKİYE kararı

[2] TUŞALP, Erbil; Bin İnsan Tekin Yayınevi 1985 Ankara

[3]http://bianet.org/bianet/kategori/bianet/4547/sayilarla-12-eylul-askeri-darbesi

[4] 3. Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Numaralı Askeri Mahkemesi 1982/160 Esas, 1984/5 Karar sayılı gerekçeli kararı

[5] TBMM tarafından 6 Nisan 1949 tarihinde onaylanmış ve 27 Mayıs 1949 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmıştır.

[6] 19 Mart 1954 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmış ve 18 Mayıs 1954 tarihinde BMM tarafından onaylanmıştır

[7] 25 Mart 1988 tarihinde TBMM tarafından kabul edilmiştir.

[8] AİHM; YAĞIZ/TÜRKİYE 07.08.1996 gün ve 585 sayılı, AYDIN/TÜRKİYE 25.09.1997 gün ve 701 sayılı, ÇAKICI/TÜRKİYE 08.07.1999 gün ve 890 sayılı, SEVTAP VEZNEDAROĞLU/TÜRKİYE 11.04.200 gün ve 1181 sayılı karaları. Kararların metni için http://ihami.anadolu.edu.tr/