18 Mart 2009 Çarşamba

DEVLET ÖZÜR DİLEMEK ZORUNDA KALMAMALI

Av. Kadir Seçkin BİLGİLİ-Kocaeli Barosu

İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış ya da Cezalara Karşı Sözleşmede; bu sözleşmenin amaçları bakımından işkence terimi, bir kimseye kendisinden ya da üçüncü bir kişiden bilgi ya da bir itiraf sağlamak, kendisinin ya da üçüncü bir kişinin işlediği ya da işlediğinden kuşku duyulan bir eylemden ötürü onu cezalandırmak, kendisine ya da üçüncü bir kişiye gözdağı vermek ya da zorlamak amacıyla ya da herhangi bir ayrımcılığa dayalı bir nedenle bir resmi görevli ya da resmi sıfatla davranan bir başkası tarafından ya da onun kışkırtması ya da oluru ya da izniyle bilerek maddi ya da manevi ağır acı vermek ya da eziyette bulunmaktır.(Sözleşme madde 1)

Ana Britannica ansiklopedisi ise işkenceyi bir kimseye bir şeyi söyletme ya da yaptırma amacıyla maddi ya da psikolojik yöntemlerle acı çektirerek uygulanan baskı ya da eziyet olarak tanımlamaktadır.

Sosyalist kimliğiyle tanınan gazeteci yazar Erbil TUŞALP’e göre işkence, insan bedeninin ve ruhunun normal bütünlüğüne bir arıza, bir eksiklik, bir sapma, bir eza getirecek olan ve bu yolla insana bedensel ya da ruhsal bir acı çektirecek olan maddi ve manevi eylemlerdir.

İşkence, fiziksel ya da otorite olarak üstün durumda olan tarafın, eline geçirdiği bireye çeşitli nedenlerle fiziksel ya da ruhsal acı vererek bir yarar elde etmeye çalışmasıdır. Bu tanımdan yola çıkarak işkenceyi iki gruba ayırabiliriz. Bireyin bireye uyguladığı işkence, devlet görevlilerinin bireylere uyguladığı işkence. Üstün tarafı devlet olmayan işkence olguları genel olarak suçla mücadele çerçevesinde değerlendirildiğinden bu yazının konusu dışında kalmaktadır.

Tarafı devlet olan işkence olguları da yaygın ve devlet politikası olarak işkence ve devlet görevlilerinin, bu sıfatlarını kullanarak uyguladıkları münferit(!) olgular olarak iki grupta incelenebilir. Bu sınıflandırma yalnızca inceleme kolaylığı açısından yapılmış olup devletin sorumluluğunu kaldıran ya da hafifleten bir yanı yoktur.

İşkence çağlar boyunca devletlerin sistemli olarak kullandıkları bir egemenlik, otorite enstrümanı olmuştur. Dinsel nedenlerle, cezalandırmak için, egemenliğini pekiştirmek, intikam almak amacıyla ya da bilgi almak, şüpheli veya sanığı bilgi vermeye zorlamak için kullanılmıştır. Devlet biçimi değiştikçe, bireylerin devlet üzerindeki baskı ve etkisi arttıkça işkence olayları azalmış fakat bitmemiştir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesi işkenceyi son derece kesin bir şekilde yasaklamaktadır. Sözleşmenin yaklaşımı o kadar katıdır ki Mahkeme’nin bir kararında belirttiği gibi “ulusun yaşamını tehdit eden olağanüstü durumlarda bile sözleşmenin 15. maddesinde düzenlenen kısıtlama (derogation) yoluna gidilemez”[1].

Avrupa Birliği yolunda ilerlediğimizi ileri süren hatta bu uğurda ulusal egemenlik idesinden bile vazgeçebileceğimizi ima eden davranışlar içinde bulunan hükümet, devletin koruması altındaki tutuklular devlet görevlileri tarafından işkenceyle öldürüldüğünde özür dileyerek sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor.

Tarih kadar eski olan işkence, insan haklarının en kötü biçimde çiğnenmesini içeriyor. Ortaçağda şüpheli olan din muhaliflerine işkence uygulanıyordu. İşkence düşüncelerinden vazgeçirmek için Engizisyon tarafından yapılıyordu. Geride bıraktığımız yüzyılda ise işkence Nazilerin toplama kampları ile tarihe geçti ve kurumsallaştı. Gulag Takımadaları da işkence tarihinin bir parçasını oluşturuyor. 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin yayınlanması ile birlikte işkencenin yasaklanması önemli bir olaydı. Ancak işkence yine durmadı. Fransızlar sekiz yıllık Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954-1962) sırasında sistematik işkence uyguladılar[2]. Saygon yönetimi Vietnam Savaşı süresince şüpheli kişi olarak nitelediği Vietkong yanlılarına acımasızca işkence yaptı.

12 eylül 1980 darbesi ile yönetime el koyan askeri yönetim döneminde ve ardından gelen yarı-sivil hükümet iktidarı sırasında 1 milyon 683 bin kişi 'fiş'lendi, 650 bin kişi gözaltına alındı, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi idam istemiyle yargılandı, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 kişinin idam dosyası Yargıtay’ca onandı, 49 kişi idam edildi, 71 bin kişi 141, 142 ve 163'den yargılandı, 98 bin 404 kişi 'örgüt üyesi' olmak suçundan yargılandı, 300 kişi 'kuşkulu bir şekilde' öldü, 171 kişinin 'işkenceden öldüğü belgelerle kanıtlandı, 14 kişi cezaevindeki uygulamaları protesto etmek için yaptıkları 'açlık grevi' sonucu yaşamını yitirdi[3].

Gözaltında cop sokularak tecavüze uğradığını ileri süren bir bayana cevaben emekli Orgeneral, kendini fesheden Milliyetçi Demokrasi Partisi genel başkanı Turgut SUNALP’in verdiği yanıt oldukça düşündürücüydü: “Sanıklara cop sokmaya ihtiyacımız yoktu ki elimizde taş gibi Anadolu delikanlıları vardı.”

İşkence mevcut durumu korumak ve sürdürmek, muhalefeti bastırmak, yeni dengeler oluşturmak, bunalımların faturasını belirli kesimlere yüklemek, bağımlılık koşullarını sürdürmek, bireylerin direncini kırmak, gözdağı vererek baskı altında tutmak, korkutmak, sindirmek, itirafa zorlamak, iradesi dışında zorla kabul ettirmek, suçlananların savunmasını engellemek, suçları örtbas ederek suçlamaları engellemek, bilinçli ve sistemli olarak kırıma yönelmek, ayrımcılık ve intikam nedenleri ile yapılabilir. İşkencenin nedeni ve amacı işkenceyi haklı kılmaz, bir insanlık suçu olduğu gerçeğini değiştirmez.

“İşkence sanıktan doğru bilgi almak için yapılmaktadır. Eğer doğru olmayan uydurma cevaplar verilirse işkence daha da arttırılacaktır. O halde, bu durumun sanıklarca da bilinmesi tabii olduğuna göre, bu önermenin mantıki sonucu, işkenceye maruz kalanın doğru cevap vermesidir. Öyleyse ifadelerin işkence altında alındığı sabit görülse bile, bu ifadenin gerçekdışı olduğunu, itibar edilmeyeceğini ortaya koymaz.

…. İşkence ayrı, işkence sonucu verilen ifadenin doğruluğu ayrı şeylerdir…

…. İşkence sanığa sorgulamayı yapanın istediğini söyletmek için insan haysiyetine yakışmayan maddi ve manevi baskılarda bulunulmasıdır. İşkence TCK yönünden suçtur…

…. Sanık hakim huzurunda cevap vermeme hakkını haiz olduğuna göre evleviyetle poliste de cevap vermeme hakkına sahiptir…

…. Polisin yahut diğer güvenlik görevlilerinin işkence yapmaları için hiçbir sebep yoktur. Polis vatandaşın, sanığın yahut sanıkların hasmı değildir. Polisin, bir takım polisiye metotlarla ifade alması ile işkence tefrik edilmelidir…”[4]

Giresun, Bulancak, Keşap, Espiye, Tirebolu, dereli yöresinden 291 genç insan işkenceyi böyle yorumlayan bir yargıçlar kurulu kararı ile yargılandılar. 1 yıl 3 ay 12 günde ulaşılan karar aşamasında 161 sanık, aralarında idam cezası da olan çeşitli cezalara çarptırıldılar.

Sadece sorgu sırasında işkence yapılmamaktadır. Muhalefetin ve başkaldırının oluşabileceği her alanda acımasızca işkence yapılmaktadır. Ancak emniyet ve cezaevleri ile kimi kurumlar baskı ve denetimin yoğun olduğu yerlerdir. Özellikle cezaevlerinde kimi zaman kitle kırımlarının uygulandığına tanık olunmuştur. Bu konuda akla ilk gelen örnek Nazilerdir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uygulanan apartheid (ırk ayrımı) politikası soykırımı amaçlamaktadır. Ülkemizde yaşanan son sıcak örnek de Yürüyüş Dergisi dağıtırken 28 eylül 2008 günü gözaltına alınan ve götürüldüğü polis merkezi ve tutukevinde gördüğü işkence sonucu yaşamını yitiren Engin ÇEBER’dir.

Engin ÇEBER olayını ülkemizde yaşanan diğer işkencede ölüm ve cezaevlerinde 19 ayda gerçekleşen 29 ölüm olaylarından ayıran nokta Adalet Bakanı Mehmet Ali ŞAHİN’in devlet adına özür dilemesiydi. İlk kez devlet, gözetimi altında bulunan bir bireye kötü muamele yapıldığını ve bu nedenle hayatını kaybettiğini kabul ediyor ve bu durum nedeniyle özür diliyordu. Ne var ki savunma değişmemişti: Münferit bir olaydır!

Anayasamıza göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti sosyal bir hukuk devletidir. Hukuk devleti demek, devletin kendi koyduğu kurallarla kendini bağlı kılması demektir. Devlet kendi kurallarıyla kendini bağlı kılmaz ise bu durumda polis devleti niteliği kazanır. Kısaca bir göz atalım mevzuatımıza neler var:

Anayasa,

Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.( madde 17)

5237 sayılı Türk Ceza Yasası;

Madde 77- (1) Aşağıdaki fiillerin, siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi, insanlığa karşı suç oluşturur: a) Kasten öldürme.

b) Kasten yaralama.

c) İşkence, eziyet veya köleleştirme.

d) Kişi hürriyetinden yoksun kılma.

e) Bilimsel deneylere tabi kılma.

f) Cinsel saldırıda bulunma, çocukların cinsel istismarı.

g) Zorla hamile bırakma.

h) Zorla fuhşa sevketme.(5237 sayılı TCK İnsanlığa karşı suçlar başlıklı madde 77/1)

Madde 94- (1) Bir kişiye karşı insan onuruyla bağdaşmayan ve bedensel veya ruhsal yönden acı çekmesine, algılama veya irade yeteneğinin etkilenmesine, aşağılanmasına yol açacak davranışları gerçekleştiren kamu görevlisi hakkında üç yıldan oniki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (2) Suçun;

a) Çocuğa, beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye ya da gebe kadına karşı,

b) Avukata veya diğer kamu görevlisine karşı görevi dolayısıyla, İşlenmesi halinde, sekiz yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

(3) Fiilin cinsel yönden taciz şeklinde gerçekleşmesi halinde, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

(4) Bu suçun işlenişine iştirak eden diğer kişiler de kamu görevlisi gibi cezalandırılır.

(5) Bu suçun ihmali davranışla işlenmesi halinde, verilecek cezada bu nedenle indirim yapılmaz. Madde 95- (1) İşkence fiilleri, mağdurun;

a) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin sürekli zayıflamasına,

b) Konuşmasında sürekli zorluğa,

c) Yüzünde sabit ize,

d) Yaşamını tehlikeye sokan bir duruma,

e) Gebe bir kadına karşı işlenip de çocuğunun vaktinden önce doğmasına, Neden olmuşsa, yukarıdaki maddeye göre belirlenen ceza, yarı oranında artırılır.

(2) İşkence fiilleri, mağdurun;

a) İyileşmesi olanağı bulunmayan bir hastalığa veya bitkisel hayata girmesine,

b) Duyularından veya organlarından birinin işlevinin yitirilmesine,

c) Konuşma ya da çocuk yapma yeteneklerinin kaybolmasına,

d) Yüzünün sürekli değişikliğine,

e) Gebe bir kadına karşı işlenip de çocuğunun düşmesine,

Neden olmuşsa, yukarıdaki maddeye göre belirlenen ceza, bir kat artırılır.

(3) İşkence fiillerinin vücutta kemik kırılmasına neden olması halinde, kırığın hayat fonksiyonlarındaki etkisine göre sekiz yıldan onbeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (4) İşkence sonucunda ölüm meydana gelmişse, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur. Madde 96- (1) Bir kimsenin eziyet çekmesine yol açacak davranışları gerçekleştiren kişi hakkında iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

(2) Yukarıdaki fıkra kapsamına giren fiillerin;

a) Çocuğa, beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye ya da gebe kadına karşı,

b) Üstsoy veya altsoya, babalık veya analığa ya da eşe karşı,

İşlenmesi halinde, kişi hakkında üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

Görüldüğü gibi gerek Anayasamızda gerekse Ceza Yasamızda işkence ve eziyet suç olarak kabul edilmiş ve ağır yaptırımlara bağlanmıştır. Mevzuatımızdaki düzenlemeler yukarıdaki hükümlerle sınırlı değildir:

Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.(İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi)[5]

Madde 3

İşkence yasağı

Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi)[6]

BM İşkence ve Başka Zalimce, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme[7]

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.(Anayasa madde 90/5)

Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak altına imza koyduğumuz ve TBMM tarafından uygun görülerek onaylanan ve yürürlüğe sokulan uluslararası antlaşma ve sözleşmeler de birer iç hukuk kuralı haline gelmiştir. Üstelik ülkemiz tüm bu işkence karşıtı sözleşmeleri en hızlı imzalayan ve onaylayan ülkeler arasındadır.

İşkenceye karşı kabul edilen tüm bu hükümlere karşın yaygın ama münferit(!) bir şekilde uygulanan işkence olguları nedeniyle ülkemiz hukuk devleti niteliğinden giderek uzaklaşmaktadır.

İşkence olgularının, ne kadar yaygın olsa da sistematik değil de münferit olgular olduğunu kabul etsek bile devletin sorumluluğunun ortadan kalkmadığını belirtmiştik. Öyleyse ne yapılmalı, biraz da bu sorunun yanıtını bulmaya çalışalım.

Bir iç hukuk kuralı haline gelen AİHS hükümleri ve devleti hemen her başvuruda sıkıntıya sokan, onbinlerce Avro tazminat ödemek zorunda bırakan AİHM kararlarını inceleyerek biraz olsun çözüme yaklaşabiliriz.

Bilindiği gibi AİHS 3. maddesi her türlü işkence, onur kırıcı ve küçük düşürücü davranış ve cezayı yasaklamaktadır. Tek cümleden ibaret olan bu maddenin, derinlemesine incelendiğinde sözleşmeci devletlere bir takım etkin ve edilgin yükümlülükler getirdiği anlaşılacaktır. İlk yükümlülük “tabi tutulamaz” ibaresiyle getirilmiş ve işkence, onur kırıcı ve küçük düşürücü muamele ve ceza yasaklanmıştır. Kısaca sözleşme “işkence yapmayacaksın” demektedir. Lafzın kısalığı yükümlülüğünde bu kadar olduğu yanılgısını getirmemelidir.

Sözleşmeye göre kurulan ve yetkisini ve kararlarının bağlayıcılığını kabul ettiğimiz AİHM içtihatları incelendiğinde “yapmayacaksın” edilgin yükümlülüğü dışında “işkenceyi soruşturacaksın”, “sorumluları bulacaksın ve cezalandıracaksın” etkin yükümlülüklerini de görmekteyiz.

Mahkeme çeşitli kararlarında işkencenin çok ciddi bir ihlal olduğunu ve varlığını işaret eden bir belirtinin varlığında devletin bu hususu mutlaka soruşturması gerektiğini söylemektedir. Bu soruşturmanın etkili ve ulaşılabilir yöntemlerle yapılması gerektiğini, sonuçlarının doyurucu olmasını ve kamu vicdanını tatmin etmesini öngörmektedir. Devletin sorumluluğunun göz altından serbest bırakmakla sona ermediğini, serbest bırakılan kişinin, hele bir de işkence iddiası varsa serbest bırakıldıktan sonra da devam edeceğini çeşitli kararlarında dile getirmektedir[8].

Ansiklopedi ciltlerini dolduracak veriler içeren bu kısa bilgilerin ışığı altında devletin neler yapması gerektiğini, sıcak örnek Engin ÇEBER olayı ile açıklamaya çalışalım:

İlk olarak ölümün nedeninin bulunması gerekmektedir. Çeber ailesinin ve konuyla ilgili sivil toplum örgütü temsilcilerinin huzurunda ölü dış muayenesi ve otopsi yapılarak sonuçların saydam ve anlaşılır bir dille ilan edilmesi doğru olacaktır. Bu sayede ölüm nedeni sağlıklı bir şekilde belirlenebilecektir.

Ölüm darp ve kötü muamele ya da işkence nedeniyle gerçekleşmişse Engin ÇEBER ile ilgilenen(!) tüm resmi görevlilerin, bu listeye sağlık raporu düzenleyen doktorlar da dahil, bilgisine başvurulmalıdır. Bu soruşturma yapılırken, soruşturmacılar ile bilgisine başvurulanlar arasında hiyerarşik bir ilişki olmamasına özen gösterilmelidir (polis memurlarının gene polis kökenli İçişleri Bakanlığı Müfettişlerince sorgulanmaması gibi). Sağlıklı bir soruşturma ile olaydan sorumlu olan görevlilerin tespiti ve haklarında kovuşturma açılması sonraki aşama olmalıdır.

Açık, etkin ve hızlı bir yargılama ile en üst noktadan en alt kademedekilere kadar tüm sorumlulara kamu vicdanını tatmin edici bir ceza verilmesi ve cezanın hakkıyla infazı ile süreç sona erecektir. Baştan savma soruşturmalar, komik gerekçelerle uzatılan ve yıllar süren yargılamalar ve sonuçta ceza çıkmaması ya da verilen cezanın mağdurları ve kamu vicdanını tatminden uzak olması durumunda münferit olguların yaygınlaştığı gözlenen bir gerçektir.

Toplum olarak kararlı bir duruş, etkin ve hızlı bir soruşturma, etkili ve mutlaka infaz edilecek bir ceza karşısında harekete geçmeden önce birkaç kez düşünmeyecek bir birey yoktur. Bu sistem oturtulduğunda ise gerçekten münferit olguların mağdurları devletin yanlarında olduğunu, sorumluların cezasız kalmayacağını bilmenin huzuru ile sırtlarını devletlerine dayayabileceklerdir. Böylece devlet özür dilemek zorunda da kalmayacaktır.



[1] http://ihami.anadolu.edu.tr/aihmgoster.asp?id=622 AİHM 18.12.1996 gün ve 622 numaralı AKSOY/TÜRKİYE kararı

[2] TUŞALP, Erbil; Bin İnsan Tekin Yayınevi 1985 Ankara

[3]http://bianet.org/bianet/kategori/bianet/4547/sayilarla-12-eylul-askeri-darbesi

[4] 3. Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Numaralı Askeri Mahkemesi 1982/160 Esas, 1984/5 Karar sayılı gerekçeli kararı

[5] TBMM tarafından 6 Nisan 1949 tarihinde onaylanmış ve 27 Mayıs 1949 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmıştır.

[6] 19 Mart 1954 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanmış ve 18 Mayıs 1954 tarihinde BMM tarafından onaylanmıştır

[7] 25 Mart 1988 tarihinde TBMM tarafından kabul edilmiştir.

[8] AİHM; YAĞIZ/TÜRKİYE 07.08.1996 gün ve 585 sayılı, AYDIN/TÜRKİYE 25.09.1997 gün ve 701 sayılı, ÇAKICI/TÜRKİYE 08.07.1999 gün ve 890 sayılı, SEVTAP VEZNEDAROĞLU/TÜRKİYE 11.04.200 gün ve 1181 sayılı karaları. Kararların metni için http://ihami.anadolu.edu.tr/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder