24 Haziran 2013 Pazartesi

HOMO SUM; HUMANI NIHIL A ME ALIENUM PUTO



Başlıkta gene Latince bir söz var. Milattan iki yüzyıl önce yaşamış Romalı bir yazar söylemiş bu lafı. Anlamı Ben bir İnsanım ve İnsana Dair Hiçbir Şey Bana Yabancı Değildir. Gerçekten öyle mi? Gerçekten insana dair hiçbir şey bize yabancı değil mi? Öyleyse neden küçük çocuklara, yaşlı insanlara biber gazı sıkıldığında, gencecik kızlar saçlarından tutulup yerlerde sürüklendiğinde, gencecik delikanlılar polis kurşunuyla öldürüldüğünde isyan ediyorum? Neden ayağa fırlayıp bunları yapanlar insan olamaz diye haykırıyorum?
Aslında bunları yapanlar insandan başka bir şey olamaz. Bunu da çok iyi biliyorum.
Hangi hayvan yapar insanın insana yaptığını? Hangi hayvan sırf kendisinden değil diye başka bir hayvana işkence yapar? Hangi hayvan salt kendisi gibi yaşamıyor diye başka bir hayvanın yavrularını basınçlı suyla ıslattırıp, dövdürür? Yandaşlarımı kovuklarında zor tutuyorum diyen bir tavşan gördünüz mü? Ya da sen neden siyah değilsin diye kargaları martılara saldırtan bir akbaba? Bütün bunları kendi türüne yapan tek canlı insandır.
İnsanın ve insanlığın pek çok tanımı yapılmıştır. Her bilim kendi bakışıyla tanımlar insanı. Biyolojiye göre insan konuşan hayvandır. Sosyoloji insan toplumsal hayvandır der. Felsefecilerin bir kısmı insan düşünen hayvandır derken bir kısmı gülen hayvandır şeklinde tanımlar. Oysa papağanlar, muhabbet kuşları hatta kargalar konuşabilir. Düşünmeyi çözüm üretmek olarak algılayan felsefeciler ulaşamadıkları karınca yuvasına çöp sokup üstüne yapışan karıncaları dışarı çeken ve yiyen maymun türlerini görmediler mi? Yunuslar hep gülümsemez mi? Karıncalar, arılar son derece düzenli bir işbölümü ve organizasyonla topluluk halinde yaşamaz mı? Bilim dallarının kendilerine göre yaptıkları tanımların hiçbiri insanı kesin ve ayırıcı olarak tanımlamıyor demek ki. Peki, o zaman insan nedir? Gerçekten hangi özelliğiyle ayrılır hayvanlardan? Bence bu sorunun tek yanıtı var: İnsan kan güden hayvandır.
Hayvanların dünyasında kan davası yoktur. Hayvanlar kavga eder, bir taraf yenilir, savaş alanını terk eder ve sorun çözülür. Ne kazanan taraf kaybedeni kovalayıp yok etmeye çalışır ne de kaybedenler hile ve tuzakla yeni bir savaşı kazanmak için plan yapar. Ya da kavgada kendisini yenen tarafın ailesinden intikam almaz. Hakça bir kavgada yenilmiştir, sorun çözülmüştür.
İnsan ne yapar? Yıllarca planlar kurar. Yalanlar söyler. Hile yapar. İftira atar. İntikam almak için seksen hatta yüz yıl bekleyenleri bile vardır. Kavga dedelerinden babalarına, babalarından da kendilerine miras kalmıştır. Hakça olmayan, güçlünün yanında yer aldıkları bir savaşta daha zayıf olanlar tarafından yenilmeyi hazmedemez. Yenilgiyi kabul etmiş gibi görünür. Kazanana uyduğunu gösterir. Ama her fırsatta çevresindekiler başta olmak üzere yalan söyler, iftira atar kazanana. Hakça bir kavgada asla galip gelemeyeceğini bilir ve yıllarca altını oyar. Sonra bir gün intikam çığlıklarıyla hatta zamanında kendisini koruyamayan arkadaşlarıyla birlik olup yeniden kavga çıkarır. Bazen kazanır bazen de kaybeder. Kazansa da kaybetse de kan davasından vazgeçmez. Dayak yediklerinin ailesinden her bir birey ayaklarına kapanıncaya kadar sürdürür çabasını. Bir dönem zorbalıkla suçladıklarından daha zorba olurlar.
Yaşadığımız günler seksen yıllık bir kan davasının ürünüdür. Yalanlarla, iftiralarla, hileyle, dümenle zayıflattıklarını sandıkları bir aileyi yok etme çabasının son çırpınışlarıdır. Hiçbir şeye tahammülleri kalmamıştır. Ağaca, parka, adlara, insanlara, düşüncelere, yürüyenlere, duranlara, bağıranlara, konuşanlara, susanlara, gülenlere, ağlayanlara, şarkı söyleyenlere, dans edenlere, oturanlara, koşanlara, uyuyanlara, uyanık olanlara, doktorlara, avukatlara, mühendislere, işçilere, öğrencilere, memurlara, erkeklere, kadınlara, çocuklara, kuşlara, kedilere, köpeklere… Kendisi gibi olmayan hiçbir şeye tahammülü yoktur zorbanın. Herkes, her şey koşulsuz biat edene kadar sürecek bu kavga der. Evet, sürecektir bu kavga ama herkes, her şey biat edene kadar değil yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.

Görev Sorumluluk Yemin... Edremit 10haber Gazetesinde 17.06.2013 tarihli yazım



Türk Dil Kurumu sözlüğü
görev sözcüğünü yedi farklı şekilde tanımlıyor.
1. isim Bir nesne veya bir kimsenin yaptığı iş
2. İşlev
3. Resmî iş, vazife
4. Bir kimseye veya bir kurula verilen özel amaçlı iş, misyon
5. dil bilgisi Bir cümlede bir dil biriminin öbür birimlerle ilişkisi aracılığıyla yerine getirdiği iş
6. fizyoloji Bir organ veya hücrenin yaptığı iş
7. matematik Bir değerin başka değerlerle olan ilişkisi
sorumluluk sözcüğünün tek anlamı var
Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi, sorum, mesuliyet
yemin ise iki anlama sahip
1. Tanrı'yı veya kutsal bilinen bir kişiyi, bir şeyi tanık göstererek bir olayı doğrulama, yemin, kasem
2. Kendi kendine söz verme, ahit
Köşe yazmayı bırakıp sözlük yazarlığına soyunduğumu düşünmeyin sakın. Bağlantıyı açıklayacağım şimdi.
Önce avukatlara saldırdılar. Çağlayan Adliye Sarayında ki Avrupa’nın en büyük adliye binası olur, polis tarafından darp edilerek gözaltına alındılar. Suçları Taksim Gezi Parkında yaşanan insan hakları ihlallerine ve hukuka aykırılıklara karşı çıkmaktı. Yani görevlerini yapıyorlardı.
Arkasından sıra hekimlere geldi. Gezi Parkı direnişi sırasında yaralılara müdahale eden, derme çatma revirlerde gönüllü olarak çalışan, yaşam kurtarmaya uğraşan, yaralıları tedavi eden hekimlere… Kısaca görevlerini yapan hekimlere soruşturma açıldı.
Avukatlar ve hekimler mesleğe başlarken yemin ederler. Avukatlar; "hukuka, ahlaka, mesleğin onuruna ve kurallarına uygun davranacağıma namusum ve vicdanım üzerine ant içerim." şeklinde yemin etmeden avukatlık ruhsatını alamaz, cübbe giyemez ve mesleğini yapamaz. Hekimler daha evrensel bir yemin ederler. Binlerce yıl önce bu coğrafyada yaşamış Hipokrat’ın koymuş olduğu evrensel değerler ve kurallar geçer bu yeminde ve Hipokrat Yemini olarak adlandırılmıştır. Bu yeminin bir bölümü şöyledir: Din, Milliyet, Irk, siyasi eğilim ya da toplumsal sınıf ayrımlarının görevimle hastam arasına girmesine izin vermeyeceğime, İnsan hayatına kesinlikle saygı göstereceğime, baskı altında kalsam bile tıp bilgilerimi insanlık değer ve yasalarına karşı kullanmayacağıma, açıkça, özgürce ve namusum üzerine ant içerim.
Yemin kutsaldır, uyulması gerekir. Bu yeminler ve yasaların kendilerine verdiği görevleri yaptıkları için öncelikle bu iki meslek grubuna yönelik öfkeyi anlamak mümkün değil. Bu durum hükümetin başının kişisel tahammülsüzlüğünü göstermektedir. Oysa zırhlı makam otosunda geçirdiği krizden sonra yaşamını kurtaran tahammül edemediği hekimlerdi. Soruşturma açtırdığı hekimlerle aynı yemini etmişlerdi. Şundan kesinlikle eminim ki aynı hekimler hiç düşünmeden yardımına koşardı beyefendinin. Kuvvetle muhtemeldir ki çevresindeki hekimler içinde politikalarını onaylamayan hekimler de vardır. Bu durum beyefendinin sağlığına azami özeni göstermelerini engellemez çünkü onlar hastalarını isim, cinsiyet, din, milliyet, ırk, siyasi eğilim, toplumsal sınıf ayrımı yapmadan korur ve gözetirler.
Savunma kutsal ve dokunulmazdır, herkesin hukuka aykırılıklara karşı savunmaya ihtiyacı vardır. Bunu en iyi bilenlerden biridir hükümetin başındaki. Yalnızca bir şiir okuduğu için hapis yatmıştı, anımsarsınız. O zaman avukatlar savundu onu, savcılığın, devletin ayıbına karşı. Gene kesinlikle eminim ki bu yolda yürümeye devam ederse avukatlara yeniden ihtiyaç duyacaktır. Hatta yürürlükteki yasalarımıza göre savunma hizmetinden bedelsiz bile yararlanabilecektir.
Üç haftayı buldu yurt çapındaki direniş. Hükümet, devlet olanaklarını yurttaşlarını ezmek, direnci kırmak için hovardaca ve hoyratça kullanıyor. Hükümetin başındaki “Buna sertlik diyorsanız kusura bakmayın bu Tayyip Erdoğan değişmez” dedi. Sağlıklı bir ruh halini göstermiyor davranış ve sözleri. Nitekim nöropsikoloji uzmanı Ian Robertson, uzun dönem iktidarda kalan liderlerin beyinlerinde oluşan farklılıkları analiz etti ve hükümetin başına "on yıl hastalığı” tanısını koydu. Robertson konusunda uzmandır ve haklı olabilir ama bence İTEH var Erdoğan’da: İktidarın Tahammül Eksikliği Hastalığı. Başka türlü açıklanamaz.
* * *
Haftada bir yazmanın kötü tarafı gündemi izleyememek… Sıcak gündemi izlemek isterken geride bıraktığımız haftayı unutmak… Cuma günü dördüncü ölüm haberi geldi. Ankara’daki gösteriler sırasında polis tarafından doğrudan atışla başından vurulan Ethem Sarısülük hayatını kaybetti. Sarısülük’ü vuran polis memuru teşhis edildiği halde Ankara Emniyeti kimliğini savcılığa bildirmemekte ısrar ediyor. Vatan gazetesinde yayınlanan habere göre de polis memuru kendisini savcılığa teslim etmeleri halinde yasadışı emirleri veren amirlerini teşhir etmekle tehdit ediyor Emniyet Müdürlüğünü. İki ucu diye başlayan bir atasözümüz var anımsadınız mı?
* * *
Bugün 17 Haziran… 15-16 Haziran 1970’de yaşanan, Türkiye’nin tanık olduğu en büyük işçi hareketinin 44. yıldönümü. O direniş amacına ulaşmıştı bu direniş de amacına ulaşacak.
Sevgiyle…

Post Tempestas Sol Solis…Edremit 10haber Gazetesinde 20.05.2013 tarihli yazım



Fıkra bu ya, adamın biri yürürken ayağı eski ve kirli bir şişeye çarpar. Eğilip şişeyi alır ve ağzındaki mantarı çıkarır. Şişenin içinden bir duman ve dumanın içinden bir cin çıkar. Cin adama “Tam üçbin yıldır bu şişenin içinde hapistim. Beni kurtardın sahip. Üç dilek hakın var. Dile benden ne dilersen” der. Adam sınırsız zenginlik ve sınırsız seveceği, kendisini sınırsız seven bir eş diler. Cin her iki dileği de yerine getirdikten sonra adama üçüncü dileğini sorar. Adam uçmaktan korktuğunu ve deniz yolculuğunun kendisini hasta ettiğini ama Brezilya’da Rio karnavalını görmeden ölmek istemediğini, bu nedenle Atlantik okyanusu üzerine bir köprü kurmasını ister cinden. Cin adama döner ve “Sahip sen ne istediğinin farkında mısın? Bu iş beni aşar. Kullanılacak ve geri dönüşü olmayan kaynakları ben bile bulamam. Başka bir şey dile” der. Bunun üzerine adam “O zaman Orta Doğuda barış istiyorum, üçüncü dileğim bu” deyince cin adama döner ve “Sahip köprüdeki yol kaç şeritli olsun” diye sorar.
Yaşadığımız coğrafyaya sömürgeci bir Amerikan amirali 18. yüzyılda Orta Doğu demiş ve adı öylece yapışmış üstüne. Neyin ortası, neyin doğusu diye sormak kimsenin aklına gelmemiş. Ama bu coğrafya binlerce yıldır savaşlar görmüş. Önemli bir geçiş yolu olması, başta petrol olmak üzere pek çok madenin ana deposu olması, üç büyük dinin merkezi olması gibi nedenlerle binlerce yıldır barış içinde bir tek gün bile görmemiş. Burada yaşayanlar da sonradan gelenler de bu toprakların kaderine ortak olmuşlar, hep savaşmışlar.
Geride bıraktığımız hafta en büyük terör saldırılarından birini yaşadık. Resmi açıklamalara göre ellibir, gayrı resmi kaynaklara göre ikiyüze yakın yurttaşımız iki patlama ile yaşamını yitirdi. Dünya ayağa kalktı. Hükümet ne yaptı? Suçluyu hemen ilan ediverdi: Beşar Esad yandaşları… Reyhanlı’ya gitmeden, ölenler için taziyede bulunmadan, yaralananlara geçmiş olsun bile demeden ABD’ye uçtu. Derdi neydi? Bir an önce Suriye’ye girip büyük pastadan pay koparmak. Ne pahasına? Üç-beş(!) Mehmet’in kanı pahasına…
George SOROS, Mart 2002’de “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” demişti. Emekli Orgeneral Çevik BİR de 29 Kasım 1999’da bir toplantıda, Türkiye’nin görevini “Batı için güvenlik üretmek” bağlamında tanımlamıştı. Batı için savaşmak, Batı’nın çıkarlarını korumak için onun gösterdiği yerlerde, onun gösterdiği düşmanlarla savaşmak ve böylece Batı tarafından yok edilmekten kurtulmak düşüncesi, kökleri 1830’lardan 1850’lere Abdülmecitlere dayanan bir Çöküş Dönemi Osmanlı düşüncesidir.
1854’te Rusya’ya karşı girişilen Kırım savaşıyla ilgili olarak Batı kaynakları 17.500 İngiliz, 90.000 Fransız, 35.000 Türk, 2.050 Sardinyalı askerin öldüğünü yazar. Ancak aynı kaynaklar ölen 90.000 Fransız askerinin aslında Cezayirli Zouaves Berberi Kabilesinden olduğunu açıklamaktan kaçınırlar. Afrika atasözünde olduğu gibi: Arslanlar okuma yazma öğrenene kadar tarih avcıların başarılarını anlatacak.
Bugün başımızdaki hükümet bir yandan Osmanlının torunu/mirasçısı olduğunu haykırıyor, bir yandan AB’ye girmek için ödün üstüne ödün veriyor, bir yandan da şirinlik yaparak en büyük lokum dilimini almaya çalışan çocuk gibi ABD’nin kucağından kalkmıyor. Oysa olan tek şey tarihin tekerrüründen başka bir şey değil.
Halife/Sultan Abdülmecit, Sinop’ta Rusların batırdığı donanmamızda şehit düşen askerlerimiz için “Avrupa, Senin İçin Öldüler” madalyası bastırıp dağıttığında, İngilizlerin ve Fransızların gözünde Osmanlı Türk askerlerini Fransız sömürge ordusunda savaşan Zouaves kabilesi savaşçıları konumuna düşürdüğünün ayırdında mıydı bilinmez ama O’nun İngiltere ve Fransa’ya istedikleri her ödünü verip, onların çıkarları doğrultusunda Rusya’yla savaşa tutuşurken, karşılığında ödül olarak Osmanlı İmparatorluğu’nu dönemin Avrupa Birliği demek olan Avrupa Devletler Konseyi’ne (European Concert) sokmayı düşlediği ve bir kez Avrupa Devleler Konseyi’ne alındıktan sonra Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne yönelik saldırıların son bulacağı umudunu taşıdığı kesindir.
Tarih gerçekten tekerrürden mi ibarettir? Yoksa tarihimizdeki bu örnekler tümüyle rastlantı mı? Buyurun bir başka örnek size: Kırım Savaşı sırasında gerçekleşen Balaklava Savaşında 600 İngiliz askerinin salt Osmanlı askerlerinin beceriksizliği yüzünden öldüğü söylentisi yayıldı. Gerçekte ölen 600 askerin hepsi Osmanlı askeriydi ve askerlerimiz savaş alnında uyuyakalan İngilizlerin yaşamını kurtarmak için Ruslarla çarpışarak ölmüşlerdi. Daha yakın tarihimize bir göz atalım birlikte. Kore Savaşının en acımasız çarpışmalarından biri Kunuri Muharebelerinde güç durumda kalan Birleşmiş Milletler (siz onu ABD diye okuyun) birliklerini kurtarmak için Tugayımız en büyük kayıplarını yaşamıştı. Ama Kore Savaşı sırasında arslanlar okuma yazma öğrenmeye başlamışlardı.
Soğuk savaş döneminde bir ABD başkanı “Amerika’nın sınırları Kars’tan başlar” demişti. Türkiye bir sömürge ülkesi ve başbakan da bir sömürge valisi değildir. Kendi tarihimizi kendimiz yazmaya başlayalım artık.
Yazının başlığı Latince bir atasözü ve Fırtınadan Sonra Güneşi Göreceksin anlamına geliyor. Fırtınayı dağıtalım, güneşimizi kendimiz doğuralım.
Sevgiyle…

Direnmek Yaşamaktır- Edremit 10haber Gazetesinde 03.06.2013 tarihli yazım



sabrın çiçeklerini açtığı yerde
asla kapanmaz yaşanan defter
çünkü tarihin en güzel yerinde
son sözü hep direnenler söyler (Adnan Yücel)
Her şey bir parkın yıkılıp AVM yapılmak istenmesiyle başladı. Önce çevreciler parka yerleşti, ağaçları kestirmeyiz dediler. Ardından çevre sakinleri geldi. Nefes alınacak tek yeşilliği yok ettirmeyiz diye. Sonra… Sonrası malum. Taksim Meydan Savaşı başladı. Bir kıvılcımdı bu. Yangına dönüştü. Taksim alevi Bakırköy’e, Gazi Mahallesi’ne, Kadıköy’e sıçradı. Ankara, İzmir, Kocaeli, Mersin, Adana, Samsun, Balıkesir, Antalya derken tüm ülkeye yayıldı, yetmedi İspanya, İsviçre, Hollanda, Fransa hatta ABD’de yankı buldu. Üç-beş ağaç yaptı bunu. Bir parkı korumak için dünya ayaklandı. 1. Dünya Savaşı da Avusturya veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da öldürülmesiyle başladığına inanıyorsanız buna da inanırsınız.
Oysa bir parka sahip çıkmak kente sahip çıkmaktır. Kente sahip çıkmak ülkeye sahip çıkmaktır. Ülkeye sahip çıkmak uçurumun eşiğine getiren politikalara dur demektir. Taksim Gezi Parkı ve parktaki ağaçlar yalnızca birer simgedir.
3 Kasım 2002’den bu yana ülkemiz AKP’nin tek parti hükümetlerini yaşamaktadır, yani 11 yıldır kesintisiz iktidar. İlk beş ayı dışında da başbakan aynı isim: Recep Tayyip Erdoğan. Her fırsatta 1923-1946 arasındaki tek parti dönemi icraatlarını eleştirdiler. Her fırsatta ne kadar mağdur edildiklerini ileri sürdüler. Her fırsatta yaşam biçimlerine müdahale edildiğini iddia ettiler. Diktatörlerden ve darbecilerden hesap soracağız dediler. Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı soruşturmalarını başlattılar. Bu soruşturmaları kullanarak tüm muhalifler üzerinde baskı yarattılar. İstedikleri gibi karar vermeyen yargıç ve savcıları görevden uzaklaştırdılar, sürdüler. 1923’ten bu yana halkın dişiyle tırnağıyla yoktan var ettiği her şeyi sattılar. Elde edilen gelirle IMF’ye borç ödeyip kapattık dediler. 11 yılda 23,5 milyar dolar IMF borcunu kapatırken kamu dış borcunu 130 milyar dolara çıkardıklarını gizlediler. Askeri, işçiyi, öğrenciyi, memuru, işsizi kısaca işlerine gelmeyen bir şey söyleyen herkesi hain ilan ettiler. Kısaca 2002’den bu yana girdiği her seçimden oy oranını artırarak çıkan AKP ve Erdoğan yüksek oy oranına yaslanarak çoğunluk diktasını kurdular. Mağdur edildiklerini söyledikleri tek parti iktidarından daha insafsız bir iktidar oldular.
Cumhuriyetin bir diktatörlüğe dönüştüğünü söylüyorduk, yeter artık diyorduk, içerde ve dışarıda eleştirdiğiniz diktatörlerle(!) aynı duruma geliyorsunuz diyorduk, ülkemiz üzerindeki emperyalist emellere hizmet etmekten vazgeçin diyorduk, halka yalan söylemeyi bırakın, hakaret etmeye son verin diyorduk. Duymazdan geldiler. Askeri etkisiz bırakırken yetkisini artırıp ağır silahlarla donattığınız polis ordusuyla olacakların önüne geçemezsiniz diyorduk. Mağdur edebiyatıyla, yalandan gözyaşlarıyla, kabadayılıkla, makarnayla, kömürle halkı kandıramazsınız diyorduk. Güneşi balçıkla sıvayamazsınız, mızrak çuvala sığmıyor, alem kör millet sersem değil diyorduk. Diyorduk da bir kulaktan giriyor ötekinden çıkıyordu.
Ok yaydan fırlamıştır artık ya da Jül Sezar’ın dediği gibi “Alea iacta est”(zarlar atıldı bir kere). Üç şeyin geri dönüşü yoktur geçen zamanın, söylenen sözün ve yaydan fırlayan okun…
Taksim Gezi Parkında başlayan direniş yayılarak sürecektir. Diktatörlükle suçladığı ve iki ay ömür biçtiği Beşar Esad kardeşinden önce inebilir iktidardan. Çünkü Adnan Yücel’in söylediği gibi
Son sözü hep direnenler söyler
Ancak asıl iş ondan sonra başlayacak. Ukrayna’da Turuncu Devrimle başlayan ve Arap Baharıyla devam eden sürecin bir uzantısı olacaksa yaşananlar direnmenin de bir anlamı kalmaz. Yeni ve yaşanılır bir ülke için, onurlu bir yaşam ve tam bağımsız bir ülke için yeniden kolları sıvamak gerekecek.


sen ki bilirsin kır çiçeklerini
hangi rüzgar dağıtırsa dağıtsın yeniden çoğalırlar
ve bir gün güneşin suları öptüğü zaman
özgürlük renginde sevgiyle açılırlar
toprağın ilk sancısından beri kaç ihanet gördüler
kaç güzelliği kurban verdiler
ne yollar tükendi ne bahçeler
belki yorgun belki yenik belki yaralı
bitmedi daha sürüyor ve sürecek o kavga
gözleri bağlı bir karanlıkta belki susulacak
hiç konuşulmadan yaşam savunulacak
belki de bir zamanlar usta bilinenler
çıraklardan önce adlar, adresler sayacak
kalabalık cehennemi bu yalnızlıkta
yalnızca direnmeler suluyor çiçekleri
yılmayan gözler dikiliyor ufuklara
okuyorlar dayanmanın bitimsiz şiirlerini
yaşayan kimdir gerçekte ölen kim
yaşarken bile tükenenler, yılgın yılgın düşenler mi
yoksa çekilip tarihin burçlarına
bayrak bayrak düşenler mi
işte deniz, işte mazlum, işte fatih
bitmedi daha sürüyor ve sürecek o kavga
belki yenik belki yorgun belki yaralı
bitmedi daha sürüyor ve sürecek o kavga
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!