24 Haziran 2013 Pazartesi

Post Tempestas Sol Solis…Edremit 10haber Gazetesinde 20.05.2013 tarihli yazım



Fıkra bu ya, adamın biri yürürken ayağı eski ve kirli bir şişeye çarpar. Eğilip şişeyi alır ve ağzındaki mantarı çıkarır. Şişenin içinden bir duman ve dumanın içinden bir cin çıkar. Cin adama “Tam üçbin yıldır bu şişenin içinde hapistim. Beni kurtardın sahip. Üç dilek hakın var. Dile benden ne dilersen” der. Adam sınırsız zenginlik ve sınırsız seveceği, kendisini sınırsız seven bir eş diler. Cin her iki dileği de yerine getirdikten sonra adama üçüncü dileğini sorar. Adam uçmaktan korktuğunu ve deniz yolculuğunun kendisini hasta ettiğini ama Brezilya’da Rio karnavalını görmeden ölmek istemediğini, bu nedenle Atlantik okyanusu üzerine bir köprü kurmasını ister cinden. Cin adama döner ve “Sahip sen ne istediğinin farkında mısın? Bu iş beni aşar. Kullanılacak ve geri dönüşü olmayan kaynakları ben bile bulamam. Başka bir şey dile” der. Bunun üzerine adam “O zaman Orta Doğuda barış istiyorum, üçüncü dileğim bu” deyince cin adama döner ve “Sahip köprüdeki yol kaç şeritli olsun” diye sorar.
Yaşadığımız coğrafyaya sömürgeci bir Amerikan amirali 18. yüzyılda Orta Doğu demiş ve adı öylece yapışmış üstüne. Neyin ortası, neyin doğusu diye sormak kimsenin aklına gelmemiş. Ama bu coğrafya binlerce yıldır savaşlar görmüş. Önemli bir geçiş yolu olması, başta petrol olmak üzere pek çok madenin ana deposu olması, üç büyük dinin merkezi olması gibi nedenlerle binlerce yıldır barış içinde bir tek gün bile görmemiş. Burada yaşayanlar da sonradan gelenler de bu toprakların kaderine ortak olmuşlar, hep savaşmışlar.
Geride bıraktığımız hafta en büyük terör saldırılarından birini yaşadık. Resmi açıklamalara göre ellibir, gayrı resmi kaynaklara göre ikiyüze yakın yurttaşımız iki patlama ile yaşamını yitirdi. Dünya ayağa kalktı. Hükümet ne yaptı? Suçluyu hemen ilan ediverdi: Beşar Esad yandaşları… Reyhanlı’ya gitmeden, ölenler için taziyede bulunmadan, yaralananlara geçmiş olsun bile demeden ABD’ye uçtu. Derdi neydi? Bir an önce Suriye’ye girip büyük pastadan pay koparmak. Ne pahasına? Üç-beş(!) Mehmet’in kanı pahasına…
George SOROS, Mart 2002’de “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” demişti. Emekli Orgeneral Çevik BİR de 29 Kasım 1999’da bir toplantıda, Türkiye’nin görevini “Batı için güvenlik üretmek” bağlamında tanımlamıştı. Batı için savaşmak, Batı’nın çıkarlarını korumak için onun gösterdiği yerlerde, onun gösterdiği düşmanlarla savaşmak ve böylece Batı tarafından yok edilmekten kurtulmak düşüncesi, kökleri 1830’lardan 1850’lere Abdülmecitlere dayanan bir Çöküş Dönemi Osmanlı düşüncesidir.
1854’te Rusya’ya karşı girişilen Kırım savaşıyla ilgili olarak Batı kaynakları 17.500 İngiliz, 90.000 Fransız, 35.000 Türk, 2.050 Sardinyalı askerin öldüğünü yazar. Ancak aynı kaynaklar ölen 90.000 Fransız askerinin aslında Cezayirli Zouaves Berberi Kabilesinden olduğunu açıklamaktan kaçınırlar. Afrika atasözünde olduğu gibi: Arslanlar okuma yazma öğrenene kadar tarih avcıların başarılarını anlatacak.
Bugün başımızdaki hükümet bir yandan Osmanlının torunu/mirasçısı olduğunu haykırıyor, bir yandan AB’ye girmek için ödün üstüne ödün veriyor, bir yandan da şirinlik yaparak en büyük lokum dilimini almaya çalışan çocuk gibi ABD’nin kucağından kalkmıyor. Oysa olan tek şey tarihin tekerrüründen başka bir şey değil.
Halife/Sultan Abdülmecit, Sinop’ta Rusların batırdığı donanmamızda şehit düşen askerlerimiz için “Avrupa, Senin İçin Öldüler” madalyası bastırıp dağıttığında, İngilizlerin ve Fransızların gözünde Osmanlı Türk askerlerini Fransız sömürge ordusunda savaşan Zouaves kabilesi savaşçıları konumuna düşürdüğünün ayırdında mıydı bilinmez ama O’nun İngiltere ve Fransa’ya istedikleri her ödünü verip, onların çıkarları doğrultusunda Rusya’yla savaşa tutuşurken, karşılığında ödül olarak Osmanlı İmparatorluğu’nu dönemin Avrupa Birliği demek olan Avrupa Devletler Konseyi’ne (European Concert) sokmayı düşlediği ve bir kez Avrupa Devleler Konseyi’ne alındıktan sonra Osmanlı’nın toprak bütünlüğüne yönelik saldırıların son bulacağı umudunu taşıdığı kesindir.
Tarih gerçekten tekerrürden mi ibarettir? Yoksa tarihimizdeki bu örnekler tümüyle rastlantı mı? Buyurun bir başka örnek size: Kırım Savaşı sırasında gerçekleşen Balaklava Savaşında 600 İngiliz askerinin salt Osmanlı askerlerinin beceriksizliği yüzünden öldüğü söylentisi yayıldı. Gerçekte ölen 600 askerin hepsi Osmanlı askeriydi ve askerlerimiz savaş alnında uyuyakalan İngilizlerin yaşamını kurtarmak için Ruslarla çarpışarak ölmüşlerdi. Daha yakın tarihimize bir göz atalım birlikte. Kore Savaşının en acımasız çarpışmalarından biri Kunuri Muharebelerinde güç durumda kalan Birleşmiş Milletler (siz onu ABD diye okuyun) birliklerini kurtarmak için Tugayımız en büyük kayıplarını yaşamıştı. Ama Kore Savaşı sırasında arslanlar okuma yazma öğrenmeye başlamışlardı.
Soğuk savaş döneminde bir ABD başkanı “Amerika’nın sınırları Kars’tan başlar” demişti. Türkiye bir sömürge ülkesi ve başbakan da bir sömürge valisi değildir. Kendi tarihimizi kendimiz yazmaya başlayalım artık.
Yazının başlığı Latince bir atasözü ve Fırtınadan Sonra Güneşi Göreceksin anlamına geliyor. Fırtınayı dağıtalım, güneşimizi kendimiz doğuralım.
Sevgiyle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder