27 Eylül 2013 Cuma

Bölündükçe Çoğalmak… 27.09.2013 tarihli Edremit 10Haber Gazetesindeki yazım.



Eskiden okuduğumuz masallarda yedi başlı devler ya da canavarlar olurdu. Bir başını kestiğinizde kesilen başın yerine yedi tane daha çıkardı. Masalın kahramanı da bir vuruşta bütün başları kesmek zorunda olurdu canavarı yenebilmek için.
Bizim Büyük Usta kendisini masal kahramanı olarak görüyor. Prensesi kurtarmak isteyen yakışıklı, cesur şövalye… Hangi zeminde ve kim olursa olsun karşıtlarını da prensesi kaçıran yedi başlı canavar…
Tek tek başları kesmeye çalışıyor. Ancak kesilen her başın yerine yedi tane daha çıkıyor. Her kesilen başta Büyük Usta biraz daha panikliyor. Başka bir başı kesmeye çalışıyor. Hop oradan da yedi baş daha… Nereye döneceğini, hangi başı keseceğini şaşırıyor.
Üstelik ne canavarın başı kadar eli var, ne de her çıkan başa yetişecek kadar yamağı. Yeni kollar açmaya çalışıyor, eline yüzüne bulaştırıyor.
Ataol Behramoğlu’nun şiirindeki celladı anımsatıyor bana:
Cellat uyandı yatağında bir gece
"Tanrım"  dedi  "Bu ne zor bilmece:
Öldürdükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe..."
* * *
Siyaset karıştırmayın dediği her yere siyaset karıştırdı ve siyaset karıştırdığı her yerde de karşıtları çoğaldı. Büyük Usta çaresiz kalıyor. Bu çaresizlik onu daha da saldırgan yapıyor.
Çevrecilere sataştı. Yıkamadı…
Öğrencilere, üniversitelere yüklendi. Ayakları kaydı…
Alevilere çattı. Aldı ağzının payını…
Etnik kimlikten girdi. Çıkamadı…
Gündem değiştirmek istedi, Suriye’ye müdahale edelim dedi. Cıvanım yalnız kaldı…
Gözü yaşlı yardımcılarla sempati toplamaya çalıştı. Bir mendil uzatan olmadı…
* * *
En son stadyumlara, taraftar gruplarına el attı. Uyduruk gruplar kurdurup, kendi aralarında kavga çıkartsınlar istedi. Hepsi toplandı, ne yapacağını şaşırdı.
Gezi Direnişinde ilk kez gördük… Asla yan yana olmaz dediklerimiz sırt sırta verdi.
Portekiz’de Salazar “Futbol, Fiesta, Fado ile milleti uyuşturup yönettim” demişti, İspanya’da Franco “Dünyanın en büyük uyku tulumu” dediği Santiago Bernabeu stadını yaptırmıştı.
Bizim Büyük Usta da futbolun hem uyuşturucu hem de bölücü etkisini kullanmaya çalıştı.
Ancak bu kez karşısında endüstriyel futbol karşıtı, bilinçli taraftar grupları buldu.
Beşiktaş’ın efsane olmuş çArşı, Fenerbahçe’nin giderek büyüyen ve etkisini artıran Sol Açık, ilk kez futbolcu sendikasında söz eden Metin Kurt’un izinden yürüyen Galatasaraylı Tek Yumruk ve diğerleri…
çArşı’dan bir çağrı geldi. Süper Lig programına göre 1 Aralık’ta Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumunda Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi var. çArşı ve Sol Açık diyor ki “Tribünde sırt sırtayız. Sıkıyorsa sustur”.
Bölmek istedikçe çoğalıyor ve birleşiyor karşısındakiler.
* * *
Ne yapacak şimdi onu düşünüyor kara kara…
Bu gidişle dünyası daha da kararacak.
“Cellat uyandı yatağında bir gece”
Sevgiyle…

25 Eylül 2013 Çarşamba

Gördüm Geldim Anlattım…

20 Eylül Cuma günü bir müvekkilimle görüşmek için Silivri Cezaevine gittim. Sabah Esenler otogarında Silivri’ye gidecek otobüsü beklerken ve dönüşte gene Esenler otogarında, hareket öncesi yemek yerken gözlerim doldu, lokmalar boğazıma dizildi. Büyük Usta’nın eserlerini gördüm ve kendisine saygılarımı sundum.
Sabah saat 08.00’de indim Esenler otogarına. Bir gün önce yağmur yağmış yerler ve özellikle yeşil alanlar hala ıslak. O ıslak yeşil alanlarda mukavva kutuların üstüne serilmiş kilim ve battaniyeler arasında uyuyan küçük çocuklar, hasta olmasınlar diye onları kendi bedenleriyle ısıtmaya çalışan genç yaşlı kadınlar, o çocuklara yiyecek bir şeyler bulabilmek için otogarda dört dönen genç yaşlı erkekler…
Suriyeli mülteciler olduğunu anlıyorsunuz daha ilk bakışta. Birkaç tanesi ile konuşmak istiyorum ama ben Arapça bilmiyorum, onlar Türkçe ya da İngilizce. Çat pat birkaç sözcük konuşabiliyoruz. Sayıları seksen civarında ve neredeyse yarısı çocuk.
Ne onlar dertlerini tam anlatabiliyor ne ben tam olarak anlayabiliyorum. Ama savaştan kaçtıklarını ve asıl kaçtıkları şeyin Esad zulmü olmadığını anlatabiliyorlar. Mülteci kamplarında neden kalmadıkları konusunu öğrenmeye çalışıyorum. Mezhep farklılığı nedeniyle kamplarda olmadıklarını söylüyorlar. Kamplara kabul edilmeyen ve İstanbul’a gelen sığınmacıların Alevi olduğunu ve yardımsever insanların ve savaş karşıtlarının bu sığınmacılara yardım ettiklerini çevreden öğrendim. Gözlerimde biriken yaşların ağırlığından iki büklüm olmuştum ki Silivri otobüsü geldi ve ben otogardan ayrıldım.
Müvekkilimle görüşüp Edremit’e dönmek için yeniden otogara geldim. Biletimi alıp hareket saatini beklerken bir şeyler yemek için bir lokantaya girdim, siparişimi verdim. Gerçekten güzel hazırlanmış yemeğimi, tek başıma yemek yerken hep yaptığım gibi kitabımı okuyarak yemeye başladım.
Her şey yolundaydı. Ta ki garsonun “Şef o yemekler Suriyelilerin” sözünü duyana kadar. Hem iyi hem kötü…
O insanlara yardım edildiğini görmek iyi. Sonrası kötü. Bu yardım nereye kadar devam eder bilinmiyor çünkü. Otogarda yemek konusunda çok darda kalmadıklarını gördüm. Çünkü otogarda yiyecek alanında çalışanların büyük bölümü Kürt ya da Arap kökenli. Bu anlamda şanslılar diyebiliriz.
Peki ya barınma? Şimdilik havalar çok soğuk değil ama bir ay sonra? O çocuklar nerede kalacaklar? O anneler ne zamana kadar çocuklarını bedenleriyle ısıtacaklar?
Suriye ile savaş arayanların, ne pahasına olursa olsun Suriye’ye saldırmak isteyenlerin eseri toprak üstünde uyuyan çocuklar. Ve onlara rağmen halkların kardeşliğini yaşayanların eseri karnı doyduğu için o çocukların gülen gözleri.
Sahi Büyük Usta müslümandı değil mi? Hani “yaratılanı severim yaratandan ötürü” diyen, “komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir” diyen dinin mensubuydu.
Yoksa dayattığı İslami yaşam biçimi bunları içermiyor mu?
Yoksa İslamiyet “düşene bir tekme de sen vur, kim olursa olsun önem verme” mi diyor?
Yoksa Büyük Usta Müslüman değil mi?
Allah’ın ve peygamberin adını anarken yalan mı söylüyor?
Kafam karıştı.
Ne olur biri bana açıklasın.
Bizi bize bıraksınlar. Halklar kendi aralarında çözsün sorunlarını. İnanın çok daha az kavga çıkar, çok daha az çocuk öksüz, yetim, yersiz-yurtsuz kalır.
Arap’ın Türk’le, Türk’ün Kürt’le, Kürt’ün Ermeni’yle, Ermeni’nin Acem’le sorunu yok.
Sorun denizler ötesinden gelip topraklarımıza göz dikenlerle.
Biz elele verirsek hepsini defederiz.

Sevgiyle…

18 Eylül 2013 Çarşamba

Devede Kulak…Edremit 10Haber gazetesindeki 18.09.2013 tarihli yazım



AKP iktidarı kendini parçaladı ama önce müttefikler (İngiltere, Fransa), sonra Rusya en sonunda da Sam Amca Suriye’ye askeri müdahaleden vazgeçince bizim Büyük Usta eşekten düşmüş karpuza döndü.
Ne diyordu hükümet;
“Esad’ın iki aylık ömrü kaldı…
Halkının sesini dinle ey Esad…
Halkına kurşun sıkan, tanklarla toplarla şehirlere baskınlar düzenleyen, sivilleri öldüren bir yönetim…
Kendi halkına zulmeden iktidar, meşruiyetini yitirmiştir…
Sınırlı bir müdahale bizi tatmin etmez. Kosova'daki gibi olmalı…
Neticesi ölüm olan bir silah kullanımında kimyasal silah kullanıldığında suç, diğer silahlar kullanıldığında suç değil mi? Tankla topla öldürülürse veya uçakla öldürülürse o bunların arasına girmez. İnsaf be! Bunu anlamak güç… Ölüm ölümdür. Kullanılan silah ne olursa olsun. Bunla da onla da öldürülüyorsa hepsini aynı kategoride değerlendirmeliyiz. Bu rejimin bunun hesabını vermesi gerekir. Böyle bir cambazlık olur mu?
Hiçbir zulüm karşılıksız kalmaz. Zulüm ile abat, zulüm ile payidar olunmaz. Mazlumun ahı, er ya da geç mutlaka çıkar. Irak, Libya, Mısır'da mazlumun ahı çıktı, hiç şüpheniz olmasın Suriye'de de mazlumun ahı çıkar…”
Müdahale kararı rafa kalkınca bu kez ağız değiştirdiler. Düşişleri bakanı Mister Davutoğlu Suriye’ye müdahalenin şart olduğunu söylüyordu, “Biz hiçbir zaman savaştan yana olmadık” demeye başladı. Suriye’ye kapsamlı ve kalıcı bir askeri müdahalenin savaş anlamına geldiğinden haberi yokmuş gibi…
Gözyaşlarıyla ünlü başbakan yardımcımız kalktı “Maalesef müdahale olanağı kalmamıştır” dedi. Maalesef ne yazık ki anlamında Arapça bir sözcük… Arap özentisi birinin ağzından bir tane bile Arap öldüremeyeceğimizi anlatan bir söz…
Baş müzakereci devlet bakamayanı ise “Gezi’de ölenler devede kulak” diyerek su kaçırma konusunda ulaşılmaz bir performans sergiledi. Bir arkadaşımın söylediği gibi “Ben anlatırım da kimse inanmaz”. Neyse ki baş müzakereci bu sözü bir televizyon yayınında etti de milyonlar duydu.
Bu neyin kini Usta? Bu neyin öfkesi? Şu söylediklerine bir bak… Ardından önce kendi kapını süpür sonra elalemin pisliğini temizlemeye yelten.
Bu neyin öfkesi Usta? Kime bu kin? Gezi ruhuyla başlayan direnişte ölenlerin sayısı 13 Eylül günü gazdan kaynaklı kalp krizinden ölen Serdar Kadakal ile dokuza çıktı. Hepsi SENİN de yurttaşın. Hangi birine baş sağlığı diledin? Hangi birinin ailesi ile ilgilendin? Biliyoruz ki sana göre yalnız onlar değil, sana karşı olan, seni protesto eden herkes ölümü hak ediyor. Elinden gelse hepimizin köküne kibrit suyu…
Biz cinayeti gördük Usta ve katili de tanıyoruz. Ve biz bu cinayetin hesabını mahşere bırakmayacağız. Elinden kan damlayanların rahat uyumasına, ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşmasına göz yummayacağız.
Anaların ahlarının kulaklarından, ölenlerin yüzlerinin gözlerinden silinmesine izin vermeyeceğiz.
Biz cinayeti de gördük, katili de tanıyoruz… Ellerimiz her an yakalarında olacak katillerin. Bir nefes bile alamayacaklar huzur içinde.
Bu kinin de, bu öfkenin de, bu cinayetlerin de, bu sömürünün de, bu ihanetin de hesabını soracağız elbet.
Usta söylediklerini bir daha oku, dön bir daha oku. Ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksın.
Sevgiyle…

11 Eylül 2013 Çarşamba

Gecikmiş Bir Dokuz Eylül Yazısı



Gündemi yoğun bir haftayı geride bıraktık.
2 Eylül’de Yeni Adli Yıl başladı. Eskisinden hiçbir farkı yok. Sorunların hiçbiri çözülmedi artarak devam ediyorlar.
6 Eylül’de Balıkesir’in, 8 Eylül’de Havran ve Burhaniye’nin kurtuluş günleri kutlandı. Bağımsızlık yolunda çok mücadele veren Edremit Körfezi sakinlerini kıvanca boğan günlerdi.
ODTÜ’ye ruhsatsız ve izinsiz yol yapmak isteyen İ. Melih Gökçek’in girişimi nedeniyle polis ODTÜ’lü öğrencilere saldırdı. Tarihe bir kara leke daha sürüldü.
6-7 Eylül olaylarının yıl dönümüydü. Yüzyıllarca birlikte yaşamış insanların üç beş kışkırtıcı tarafından nasıl düşman edildiklerini anımsadık. Gözlerimiz dolarak, yüzümüz kızararak baktık eski fotoğraflara. Bir gün önce aynı sofrada yemek yedikleri arkadaşlarını, Türklük adına öldürenleri anımsadık. Çocukluk arkadaşlarını mahalleden kovanlarla utandık, kendisine saldıranları, polise vermeyen Lefter’le gururlandık.
Bugün 9 Eylül… İzmir’in kurtuluş, CHP’nin kuruluş günü… Ama en önemlisi Edremit’in kurtuluş günü bugün… Ege’nin, İzmir’in ve Edremit Körfezi’nin Kurtuluş Savaşında ayrı bir yeri, önemi vardır. İşgalciye ilk kurşun İzmir’de sıkılmış, ilk örgütlü direniş Kuva-yı Milliye adıyla Ege bölgesinde başlamıştır.
Edremit 9 Nisan 1919 tarihinde Yunan kuvvetleri tarafından işgal edildi. İşgal tam 797 gün sürdü. Özgürlük Kuva-yı Milliye üzerine inşa edilen TBMM Ordusu tarafından 9 Eylül 1922 günü yeniden getirildi Edremit’e.
Edremit Körfezinden kimler kahraman olmadı ki? Pelit Köylü Borazan İsmail Çavuş, Damat Ferit tarafından azledilen Edremit Kaymakamı Köprülülü Hamdi Bey -Aznavur kuvvetleri tarafından yakalanıp öldürüldüğü için Şehit Hamdi Bey olarak da anılmaktadır-, Çanakkale’de devleşen ve milli mücadeleye de katılan Havranlı Seyit Onbaşı -Koca Seyit-, Ayvalık’ta konuşlu bulunan tekmil 72. alay ve komutanları Yarbay Kel Ali -Ali Çetinkaya- saymakla bitmez…
İşgalden kurtulmak demek savaştan kurtulmak demek… Silahların susması demek… Kan, gözyaşı, işkence ve ölümden kurtulmak demek… Barış demek, özgürlük demek, huzur demek… Balıkesir’in, Havran’ın, Burhaniye’nin, Edremit’in, Ayvalık’ın düşman işgalinden kurtuluş coşkusunu ve Edremit Körfezi halkının milli mücadeleye katkılarının gururunu yaşadığımız bugünlerde ülkeyi savaşa sokmak isteyenler var başımızda. Bizler “hayatı millet tehlikede değilse savaş cinayettir” diyen Atatürk’ün yolundan gitmeli, emperyalist ülküler uğruna kan dökmeyi, can vermeyi reddetmeliyiz. Yoksa bir gün bir yerlerde filanca şehrin Türk işgalinden kurtuluşu yıl dönümleri yapılır, temsili Türk askerleri süngülenir, bizler de o gün utançtan kafamız önde gezeriz.
Emperyalizme karşı ilk ulusal kurtuluş savaşını veren ve zaferle bitiren bizler emperyalizmin maşası olmayı reddetmeliyiz.
* * *
Öküz Olmak İsteyen Kurbağa…
Geçtiğimiz hafta tanık olduğum bazı olaylar ve bizim Büyük Usta’nın yaptıkları aklıma La Fontaine’in bir masalını getirdi.
“Kurbağa bir öküz görmüş çayırda, o kadar hoşlanmış ki, bayılmış boyuna posuna. Kendisine baksanız, boyu yumurta kadar ama kurbağa bu anlamaz ki, ille de öküze benzeyecek. Öküze bakmış kabarmış, kabardıkça şişmiş. Ikınmış, sıkınmış, gerilmiş. Bir görseniz gerginlikten nefes alamayacak hale gelmiş. Esine sormuş:
- Nasıl hanım öküz kadar oldum mu?
Eşi şöyle bir sağdan bakmış, bir de soldan:
- Nerdeee? demiş.
Kurbağa daha bir hırslanmış
- Al öyleyse demiş. Simdi nasılım. Bunu söylemiş ya, iyice şişmiş. Hanım gülmüş :
- Vazgeç bu sevdadan demiş.
Bizimki iyice hiddetlenmiş.
-Sen dur hele bakalım demiş. Şişmiş, bir daha, biraz daha. Biraz daha şişmiş. Derken çat diye çatlamış.
İşte böyle çocuklar, dünya böyle sersemlerle dolu: Her bakkal illa han hamam yaptıracak, her küçük çobanın uşakları olacak, herkes kendinde olmayana böyle hayran hayran bakacak. Ondan sonrada çat diye çatlayacak.”
Balonu ne kadar şişirirseniz patladığında o kadar çok ses çıkarır. Bilmem anlatabildim mi?
Sevgiyle…