7 Kasım 2013 Perşembe

Gençliğin Cevabı... 8 Kasım tarihli Edremit 10Haber gazetesindeki yazım

Ey Ölümsüz Atam!
Birinci görevim, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini dünya durdukça korumak ve savunmaktır. Varlığımın ve geleceğimin temeli budur. Bu temel, benim en değerli hazinemdir. İleride beni, bu hazineden yoksun bırakmaya çalışacaklar, içerde ve dışarıda kötülüğümü isteyenler olacaktır. Bir gün, bağımsızlığımı ve cumhuriyetimi korumak zorunda kalırsam, vazifeye atılmak için içinde bulunacağım durumun imkân ve şartlarını düşünmeyeceğim. Bu imkân ve şartlar hiç elverişli olmayan bir durumda karşıma çıkabilir. Bağımsızlığıma ve cumhuriyetime kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir zaferin temsilcisi olabilirler.
Zorla ve aldatma ile sevgili vatanın, bütün kaleleri alınmış, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağılmış ve memleketin her köşesi doğrudan doğruya düşman yönetimine girmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere memleketin içinde, işbaşında olanlar, aymazlık içinde, doğru yoldan sapmış ve hatta hainlik içinde bulunabilirler. Hatta işbasında bulunanlar kişisel çıkarlarını durumu ele geçirmiş olan düşmanların siyasal istekleriyle birleştirebilirler. Millet yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.
İşte bütün bu hallerde ve bu şartlar altında bile vazifem, Türk bağımsızlığını ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğum güç damarlarımdaki soylu kanda vardır.
Aslında bu yazıyı 19 Mayıs için düşünüyordum ancak içinde bulunduğumuz koşullar öne almama neden oldu. 19 Mayıs 1919’da başlayan ve yok olmakta olan bir ümmeti başı dik, onurlu, bağımsız ve özgür bir ulus haline getiren Bağımsızlık Savaşı ve ardından bir dizi iyileştirme ve devrimden bugünkü duruma gelmenin bir açıklaması yoktur.
Pazar günü 10 Kasım. Atatürk’ün ölümünün 75. yıldönümü. 23 Nisanlarda, 30 Ağustoslarda, 29 Ekimlerde hasta olanlar Anıtkabir’e çıkmamak için bakalım ne bahane uyduracaklar. Bahane bulamaz da çıkmak zorunda kalırlarsa Şeref Defterine ne yazacaklar.
Yıl 1921, Sakarya Savaşı’nın ölüm kalım günleri... Ankara’da bir öğretmenler kongresi toplanacak. Top seslerinin duyulduğu günlerde böyle bir kongrenin toplanması acaba uygun mudur? Bu kaygıyı Hamdullah Suphi Bey Mustafa Kemal Paşa’ya açar. Paşa, “Hayır Hamdullah Bey, kongreyi toplayacaksınız, cehaletle mücadele, düşmanla mücadeleden daha önemlidir ve ben kongrede bir konuşma yapacağım.” der. Kongre yapılır, Paşa da kongredeki konuşmasını yapar. Konuşmasından sonra Paşa Hamdullah beyi yanına çağırır ve “Hamdullah Bey, kongreye hanım öğretmenleri de çağırdığınız için size teşekkür ederim; ama onları neden ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi güveniniz yok, yoksa Türk kadınının iffetine mi? Bir daha böyle bir ilkellik görmek istemiyorum.” der.
Bu tavırdan kızlı-erkekli üniversite bahçesinde oturuyorlardı kendimden korktum, kızlı-erkekli aynı evde yaşıyorlar buna müdahale edeceğiz, toplu taşıma araçları ayrılsın tanımadığım adamlarla yarım saat yolculuk yapmak istemiyorum durumuna nasıl geldik? Şimdi ben soruyorum; sizin kendinize mi güveniniz yok, yoksa Türkiye gençliğinin iffetine mi?
Özel yaşama müdahale tartışmaları ile oyalanırken asıl sorunu gözden kaçırmayalım. 12 milyon işçiyi ilgilendiren bir karar alındı ve kıdem tazminatı budandı. Devlet nişanlarından TC ve Atatürk silueti kaldırıldı. TBMM genel kuruluna türbanlı milletvekili girdi.
3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimler ile AKP iktidar partisi, genel başkan Abdullah Gül başbakan oldu. Kendisine nasıl hitap edeceğimizi şaşırdığımız şanlı zat ise o tarihte siyasi yasaklı olduğu için seçimlere girememişti. Kronik muhalefet, hizipler kralı tarafından yasağı kaldırılınca; bir de ardından otomobil devi 5x5 Jet Fadıl’ın milletvekilliği düşürülünce Siirt’te seçimler yenilendi. Büyük Usta önce kendi deyimiyle, çırak olarak 14 Mart 2003’te milletvekili ve hemen ardından 19 Mart 2003’te de başbakan oldu. Kendisine çırak dediğine bakmayın. Arap şeyhleri de malikanelerine, saraylarına büyük bir tevazu örneği göstererek fakirhane derler. Eh bu da Vahabi hayranı ya, normal karşılamak lazım… Alçakgönüllü adam canım…
Bizim çırak ilk derslerini, talimat mı desek acaba, almak için 8 Nisan 2003’te Sırbistan-Karadağ’a ilk yurtdışı gezisini yaptı. Çok gezen mi çok okuyan mı bilir tartışmasında her zaman çok gezen tarafını tutmuş biri olarak da gezilerini aralıksız sürdürdü. 2003-2013 arasında tam 279 yurtdışı gezisi… Birileri, mesela şamar oğlanı bu durumu Türkiye’nin küresel güç olma yolunda emin adımlarla kat ettiği mesafelere bağlasa da birilerinin Türkçede çok gezen ayağın ne taşıdığına ilişkin sözü bunlara anımsatmasında yarar var.
Hazret nereye gitse orası iflah olmuyor. İlk yurtdışı gezisini yaptığı Sırbistan-Karadağ var ya, o ziyaretten tam üç yıl sonra, 21 Mayıs 2006’da Sırbistan ve Karadağ olarak cart diye ayrıldı.
Her yurtdışı gezisi bir bela açtı ya ziyarete gittiği ülkeye ya bizim başımıza. Yani çok gezen ayak ya bizden taşıdı bir yerlere, ya bir yerlerden bize okyanus ötesinin gözü yaşlı sakininin ya da onu kollayanların pisliğini.
Şimdi muhtemelen bir yerlerden gelecek yeni pisliği maskelemek için çocuklarımıza iftira atıyor. Ne olur birisi bu adama Türkçedeki atasözlerini ve anlamlarını bir anlatsın. “Dervişin fikri neyse zikri de odur” ile başlayabilir örneğin.

Sevgiyle…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder