2 Aralık 2013 Pazartesi

Ilımlı İslam’dan Yeni Osmanlı’ya…Edremit 10Haber Gazetesindeki son yazım.



Zerdüştlük Çalışmaları Avrupa Merkezi Direktörü Dr. Khisra KHAZAİ diyor ki “Dini bir rejime karşı sosyalizmle, kapitalizmle ya da liberalizmle başa çıkamazsınız. Çünkü İslami rejim içindeki unsurlara karşı, demokratik bir tartışmaya açık olmamalarından ötürü siyasi araçlarla savaşmanız mümkün değildir.”
Ilımlı İslam kavramı ile ilk kez ABD eski Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in, 2002 yılı Temmuz ayında TESEV de yaptığı bir konuşmada ettiği laflarla ve ABD eski başkanı George W. Bush Jr. (oğul Bush) ile tanıştık. Hazret diyordu ki “Terörizme karşı savaşı kazanmak için, daha barışçıl bir dünya yaratmak için İslam dünyasındaki yüz milyonlarca ılımlı ve hoşgörülü insana ulaşmalıyız. Özgürlüğün ve serbest girişimin nimetlerinden faydalanmak isteyen insanlara hitap etmeliyiz. Türkiye, bu değerlerin, modern demokratik kurumların inşası için, dini inançların feda edilmesi gerekmeyen modern toplum ile uyumlu olduğunu gösteren iyi bir örnek sunmaktadır.”
Ilımlı İslam hakkında kim ne görüş belirtmiş, kim neler yazmış diye bakmak için internetteki arama motoruna “ılımlı İslam” yazıp tıkladığımda, sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=ılımlı+İslam adresinde bir görüş dikkatimi çekiyor: neyzen takma adını kullanan yazar “İslam dininin şeriat gibi bir mefhumu bulundukça mevhum kalacak terim” olarak tanımlıyor “ılımlı İslamı”. Birden Gölcük Adliyesinde tanık olduğum bir sohbet geliyor aklıma. Meslektaşlarımdan biri Hıristiyanlık diye bir dinin olamayacağını çünkü şeriatı olmadığını söylüyordu. Şeriatın olmaması, görece ılımlı bir yapıya sahip olması, özellikle reform hareketlerinden sonra serbesti kazanması nedeniyle Hıristiyanlığın bir din olmadığının kabul edilmesi, ılımlı İslam denen mefhumun gerçekten mevhum kalması demek olacaktır.
Ilımlı İslam oğul Bush’un bir gafı gibi görünse de aslında kökü daha derinlerde bir projenin ürünüdür. 1990 yılında Graham Fuller adlı, eski bir CIA İstihbarat Daire Başkanı, üstüne çok vazifeymiş gibi, “Türkiye yüzünü Batı’ya değil, Doğu’ya çevirmelidir. İslami yaşamı terk etmek Türkiye’yi bunalımlara sürüklemiştir” savını ileri sürmüştür.
Sovyetler Birliği dağılıp Dünya tek kutuplu, tek derebeyinin egemenliği altında küçük bir köye dönüşünce Amerikalı derin feylesoflar kuramlar üretmeye başladılar.
Francis Fukuyama kalktı tarihin sonu gelmiştir dedi. İleri sürdüğü teze göre Sovyetler Birliğinin çöküşü ile insanlık, tarihin ideolojik evriminin sonuna gelmiştir ve liberal demokrasi son ve değişmeyecek bir yönetim biçimidir. Samuel Huntington da Fukuyama’nın tezine koşut ve onu destekleyici bir tez ortaya attı. Huntington’a göre Batı’nın yeni ve uzlaşmaz düşmanı İslam dünyasıdır.
Gerek Fukuyama, gerekse Huntington elbette birer kahin değiller. Hatta bu adamlar için bağımsız düşünür bile denemez. ABD emperyalizminin, vahşi kapitalizmin, Yeni Dünya Düzeninin paralı askerleri, tetikçileri tanımı bu derin feylesoflar açısından en doğru tanımlama olacaktır.
Nerdeeeen nereye…
2002 yılında ılımlı İslam referansıyla iktidara getirdikleri anlayış bakın ne kadar muktedir oldu. Ne kadar ileri bir demokrasi kurdu. Anlatmaya sözcükler yetmez. İleri demokraasinin son örneği bu hafta yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bir yurt gezisine çıkıyor ve gideceği ilin valisi buyuruyor: 29.11.2013-02.12.2013 tarihleri dahil olmak üzere belirtilen günler arasında il genelinde (ilçeler dahil) yapılmak istenen her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşleri, basın açıklamaları, çadır kurma, stant açma ve benzeri türdeki tüm etkinliklerle belirtilen amaçlar doğrultusunda yapılacak toplu seyahatler milli güvenlik, kamu düzeni, kamu esenliğinin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi ve başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla yasaklanmıştır.”
Eskiden olsa bu yaklaşım ve yasaklar “Anayasayı tağyir, tebdil ve ilgaya cebren teşebbüs” olarak değerlendirilir ve idam cezasıyla yargılanırdı. Gördünüz mü ne kadar demokrat bir ülkeyiz. Devletin valisi Anayasayı açıkça çiğniyor ve kimse sesini bile çıkarmıyor.
Okuyucularım anımsayacaktır gazetemizin 10 Haziran tarihli sayısında BOP ve Yeni Osmanlıcılık akımından söz etmiştim. İşte o BOP’u yaşama geçirebilmek için bu coğrafyada istikrarlı ve totaliter bir yönetim kurulmalı. Bu yönetim de 2002’den bu ana iktidarda olan ileri demokrat bir anlayışla mümkün olacaktır. Bu nedenle başbakan Yeni Osmanlı sultanı gibi, valiler(i) de sancak beyleri gibi davranıyor.
Ne diyelim hayırlı olsun ve
Çok Yaşa sultan 1. Teyup…

İşlerimin yoğunluğu ve epeydir ihmal ettiğim iki kitap çalışmam nedeniyle bir süre yazılarıma ara vereceğim. Sizlerle olmak çok keyifliydi. Umarım siz de benim kadar keyif almışsınızdır yazılarımı okurken. Görüşmek üzere…
Hoşçakalın, dostça kalın, sevgiyle kalın…

21 Kasım 2013 Perşembe

Heyt Ulan… 22.11.2013 tarihli Edremit 10Haber Gazetesindeki yazım



Toplumumuza yedirilmeye çalışılan biat kültürü koşulsuz bağlılığı getirir. Biat eden, biat ettiği kişiyi tartışmasız egemen olarak, neredeyse sahibi olarak görür.
Yanılmıyorsam Bekir Yıldız’ın bir öyküsünde okumuştum. Urfa’da (bu öykü yazıldığında henüz Şanlıurfa olmamıştı) bir toprak ağası komşu köye gider. Köylüler tarlada, köyün ağası da evinde olduğu için sokaklar neredeyse boştur. Yalnızca adı bile olmayan, herkesin farklı şekilde çağırdığı bir küçük çocuk tek başına dikilmektedir bir evin gölgesinde. Misafir ağa çocuğa şöyle bir bakar ve seslenir:
-Agan nerdedir köpek?
Çocuk bir ağa tarafından muhatap alınmanın sevinciyle bağırarak koşmaya başlar:
-Aga biye köpek dedi, Aga biye köpek dedi…
O çocuğa ağalara biat etmek öğretilmiştir. Ve biat kültürü sahiplenilmeyi içerir. Sahibi tarafından okşanan gerçek bir köpek gibi sevinir biat eden muhatap alındığı zaman.
Bu durum biat edilen egemende de sınırsız güç sahibi olduğu izlenimini uyandırır.
Davranışları ölçüsüzleşir. Kendini tanrı gibi, titan gibi görmeye başlar.
Herkese, her yerde, her zaman tepeden bakar. Her şeyi yapmaya hakkı vardır. Buna itiraz edilemez. İtiraz edenlerse imha edilir.
Konuşması hep ben üzerine kuruludur. Ben yaparım, Ben söylerim, Ben ederim, Ben muktedirim…
Biz derken bile aslında ben demektedir, tıpkı Osmanlı padişahları gibi.
Bizim Büyük Usta’nın da mütevazı bir şekilde tabanı delik ayakkabıyla çıktığı yolda kendisine biat edenler nedeniyle ayakları yerden kesilmiş gibi. Benim valim, Benim Emniyet Müdürüm, Benim bakanım, Benim milletvekillerim vs vs…
Türkiye parlamenter bir demokrasi ülkesi… Parlamenter demokrasilerde primus inter pares yani eşitler arasında birinci ilkesi geçerlidir. Bu ilkeye göre başbakan diğer bakanların hiyerarşik amiri değildir.
Bu ilke Almanya’da da geçerlidir. Belediye Başkanı Kent Senatosundaki diğer üyelerden üstün değildir. Hollanda’da başbakan bakanlar kurulu başkanı olmaktan başka bir üstünlük taşımaz diğer bakanlara göre. İngiltere’de aynı, Japonya’da da… Hatta Hıristiyanlığın çeşitli mezheplerinde mezhep lideri diğer rahip, kardinal ya da patriklerden üstün değildir. O nedenle de hiçbirinden Benim bakanım sözünü duyamazsınız.
Ama hiçbiri Kasımpaşalı değil, hiçbirinin adı Recep Tayyip Erdoğan değil, hiçbiri Büyük Usta değil ve hiçbirinde biat kültürü yok. Buna kiliseler de dahil…
Biat kültürü Arap coğrafyasında doğan ve varlığını sürdüren bir yaklaşım. Bizim Büyük Usta da Arap toplumu içindeki kraliyet ailesi Suudların resmi mezhebi Vahabiliği kendisine referans almakta ve buna uygun davranmakta.
Bu nedenle de derdini anlatmaya çalışan gurbetçiye “getirin şu sahtekarı”,
Anası ağlayan çiftçiye “ananı da al git”,
Göçükte ölen madencilerin ailelerine “Ölüm işin doğasında var”,
Keriz –özür dilerim- Deniz Feneri derneği tarafından dolandırılan garibana “para verirken bana mı sordun”,
Protesto eyleminde polis şiddeti nedeniyle kalçası kırılan Halkevleri yöneticisine “Kız mıdır, kadın mıdır bilmem”,
Reyhanlı’da bombalı saldırı sonucu yaşamını kaybedenler için “60 kadar Sünni vatandaşım”,
Çatışmada şehit düşen asker ailelerine “ askerlik yan gelip yatma yeri değildir”,
Kendisini protesto eden gaziye “duygu sömürüsü yapma, gaziysen gaziliğini bil”,
Karşı bir duruş sergileyen generale “ben geldiğimde ayağa kalkmayan o general şimdi Ergenekon’dan içerde”,
Sanatçı(!)ya “Ulan” deme cüretini gösterebilmektedir.
Bir söz vardır güzel Türkçemizde şeyh uçmaz mürit uçurur diye. Meydanlarda kendinden geçip Erdoğan’ın mabadının kılıyık diyenler olduğu sürece bu Büyük Usta bu cüreti daha çok bulur.
Geçenlerde bir bulmaca çözmek için aldım elime kalemi. İlk soru yani soldan sağa 1: Dört harfli, Başbakan nidası. Cevap ulan tabi ki. Şimdilik yalnızca espri ama bir gün gerçek olursa şaşırmayın…
Anımsar mısınız geçen yıl Eskişehirspor-Fenerbahçe arasında oynanan futbol maçında hakem Fırat Aydınus, Fenerbahçeli futbolcu Caner Erkin’i kendisine “Ulan” dediği için kırmızı kartla oyun dışında bırakmıştı. Büyük Usta da etti aynı lafı. Hem de iki kez… Ananı da al git dediği çiftçiye önce “Artistlik yapma ulan” demişti. Büyük Usta’nın kırmızı kart görme zamanı gelmedi mi sizce de? Yoksa mabat kılları meydanlarda mabadı izlemeye devam mı edecek?

Sevgiyle…

14 Kasım 2013 Perşembe

Pilav Meselesi…



Büyük Usta konuştu ben acaba dedim. Bize hukuk fakültesinde öğretilenler yanlış olabilir mi? Ya da Medeni Yasada benim bilmediğim bir değişiklik mi oldu? Önce değerli hocam Prof. Dr. Ejder Yılmaz’ın Hukuk Sözlüğünü açtım. Rüşt ve reşit sözcüklerinin anlamını anımsayayım dedim.
Sonra Medeni Yasayı açtım ve hak ve fiil ehliyetini düzenleyen maddeleri okudum. Gördüm ki ne ben sözcüklerin anlamlarını yanlış anımsıyorum ne de hak ve fiil ehliyeti konusunda bilmediğim bir değişiklik var.
Ardından sözleşme özgürlüğü, konut dokunulmazlığı konularını yeniden gözden geçirdim. Hala aynı… Hazır başlamışken Anayasanın 2. Maddesinde belirtilen demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti kavramlarını yeniden gözden geçirdim. Kısaca bu vesile ile –bunu Büyük Ustadan çok sık duyuyorum, kulağa da hoş geliyor- Anayasa Hukuku, Medeni Hukuk, Borçlar Hukuku, Ceza Hukuku, İdare Hukuku konularına kapsamlı bir şekilde göz atmış, bilgilerimi tazelemiş oldum. Kendisine teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.
Yasalarda hiçbir değişiklik yok.
Devletin evime, özel yaşamıma karışma hakkı yok.
Başbakan sıfatını taşıyan kamu görevlilerinin halkın dini duygularını istismar ederek ayrımcılık yapma hakkı yok.
Peki, ben bir avukat, bir köşe yazarı, halktan biri olarak bunu biliyorum da Büyük Usta bilmiyor mu? Elbette biliyor, hem de –burada vurgulamak için halk arasında çift ş ile telaffuz edilen bir sözcük var ama kullanmak sakınca arz edebilir siz öyle okuyun- gibi biliyor ama Büyük Usta imam ile cemaat arasındaki ilişkiyi de biliyor.
İmam gaz çıkarırsa cemaatin def’i hacet eyleyeceğini de biliyor.
Ayrıca Usta’nın başka hesapları da var. Oy peşinde. Seçimler yaklaşıyor. Bir takım hassasiyetleri kaşıyıp ayrışma ve kamplaşma yaratarak oyunu arttırma peşinde.
Hacı olmuş bayan milletvekillerinin sıkma başla meclise girmesi istediği etkiyi yaratmadı. Kavga çıkmadı. Bir yerlerden hıncını çıkarması gerekiyor.
Hedef saptırması gerekiyor. Birileri Büyük Usta’nın attığı yemle oyalanırken o başka konuları yönetecek. Örneğin kıdem tazminatını budayacak. Örneğin güvenlik nedeniyle yargılamaların yapıldığı kentleri değiştirecek. Örneğin o halkına gavat diyen valisine sahip çıkacak. Örneğin o oğluna 6. gemiciği alacak. Örneğin o Barzani ile buluşacak.
Pilav yapmak zor iştir. Pirincin türü önemlidir. Ne kadar su kaldıracağını bilmek ve suyunu ona göre vermek gerekir.
Büyük Usta hangi tür pirinç kullanıyor bilemiyorum ama pişirmeye kalktığı pilavlar çok ama çok su kaldırıyor. Kızlı erkekli aynı evde kalıyorlar diye bir laf attı ortaya topa girmeyen kalmadı.
Kiminle konuşsam benzer şeyler duyuyorum. Kimse onaylamıyor. Ama aynı anda onaylamayanların kahir ekseriyeti (Büyük Ustadan duydum, ezici çoğunluk anlamına geliyormuş) “bizim toplum yapımıza zaten uygun değil”, “öyle ev sayısı yüzü geçmez”, “canım zaten öyle evler yok başbakan iş olsun diye konuşuyor”, “ben de karşıyım ama bu evlere baskın yapılabileceği anlamına gelmiyor”, “sen önce yurt sorununu çöz de bu duruma düşen öğrencileri kurtar, ondan sonra konuş” diyor. İşin en acı tarafı “halka bunu anlatamazsınız, sahip çıkarsanız sizi reddedebilir” diyenlerin Atatürk’ün izinde yürüdüklerini söylemesi.
Ben karşıyım arkadaş. Ben bir başbakanın hele hele yasal olarak reşit olmuş insanların özel yaşamına karışmasına karşıyım. Nedir derdiniz?
Siz herkesi sizin gibi aklı uçkurunda mı sanıyorsunuz, bu bir.
Aynı evde kalan kızla erkek sevgili olsa bu sizi ne kadar ve neden ilgilendiriyor, bu ikinci sorum.
Adaletiyle övündüğünüz Hz. Ömer’in gizlice bir evi gözetlediği için din büyüklerinden azar işittiğini bilmiyor musunuz, bu üçüncü sorum.
Bu üç soru Büyük Usta ve avenesine…
Dördüncü sorum da Atatürkçülere: Atatürk de halka anlatamayız bizi reddederler diyerek halifeliği kaldırmaktan imtina etmişti değil mi? Halkta hassasiyet yaratır diye sarığı, şalvarı, poturu, çarşafı kaldırmaktan, kılık kıyafet devrimi yapmaktan vazgeçmişti değil mi?
Sığ sularda sandal idare etmek kolaydır. Kolaysa okyanusa açılın. Kolaysa Arhavili İsmail gibi Karadeniz’in hırçın sularında canınız pahasına mitralyözü koruyun.
Hadi Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanını ve Arhavili İsmail’in öyküsünü okumadınız, Bursa Nutku’nu da mı okumadınız?
Okuyun, okumak yasaklanmadan.
Sevgiyle…

7 Kasım 2013 Perşembe

Gençliğin Cevabı... 8 Kasım tarihli Edremit 10Haber gazetesindeki yazım

Ey Ölümsüz Atam!
Birinci görevim, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini dünya durdukça korumak ve savunmaktır. Varlığımın ve geleceğimin temeli budur. Bu temel, benim en değerli hazinemdir. İleride beni, bu hazineden yoksun bırakmaya çalışacaklar, içerde ve dışarıda kötülüğümü isteyenler olacaktır. Bir gün, bağımsızlığımı ve cumhuriyetimi korumak zorunda kalırsam, vazifeye atılmak için içinde bulunacağım durumun imkân ve şartlarını düşünmeyeceğim. Bu imkân ve şartlar hiç elverişli olmayan bir durumda karşıma çıkabilir. Bağımsızlığıma ve cumhuriyetime kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir zaferin temsilcisi olabilirler.
Zorla ve aldatma ile sevgili vatanın, bütün kaleleri alınmış, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağılmış ve memleketin her köşesi doğrudan doğruya düşman yönetimine girmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere memleketin içinde, işbaşında olanlar, aymazlık içinde, doğru yoldan sapmış ve hatta hainlik içinde bulunabilirler. Hatta işbasında bulunanlar kişisel çıkarlarını durumu ele geçirmiş olan düşmanların siyasal istekleriyle birleştirebilirler. Millet yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.
İşte bütün bu hallerde ve bu şartlar altında bile vazifem, Türk bağımsızlığını ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğum güç damarlarımdaki soylu kanda vardır.
Aslında bu yazıyı 19 Mayıs için düşünüyordum ancak içinde bulunduğumuz koşullar öne almama neden oldu. 19 Mayıs 1919’da başlayan ve yok olmakta olan bir ümmeti başı dik, onurlu, bağımsız ve özgür bir ulus haline getiren Bağımsızlık Savaşı ve ardından bir dizi iyileştirme ve devrimden bugünkü duruma gelmenin bir açıklaması yoktur.
Pazar günü 10 Kasım. Atatürk’ün ölümünün 75. yıldönümü. 23 Nisanlarda, 30 Ağustoslarda, 29 Ekimlerde hasta olanlar Anıtkabir’e çıkmamak için bakalım ne bahane uyduracaklar. Bahane bulamaz da çıkmak zorunda kalırlarsa Şeref Defterine ne yazacaklar.
Yıl 1921, Sakarya Savaşı’nın ölüm kalım günleri... Ankara’da bir öğretmenler kongresi toplanacak. Top seslerinin duyulduğu günlerde böyle bir kongrenin toplanması acaba uygun mudur? Bu kaygıyı Hamdullah Suphi Bey Mustafa Kemal Paşa’ya açar. Paşa, “Hayır Hamdullah Bey, kongreyi toplayacaksınız, cehaletle mücadele, düşmanla mücadeleden daha önemlidir ve ben kongrede bir konuşma yapacağım.” der. Kongre yapılır, Paşa da kongredeki konuşmasını yapar. Konuşmasından sonra Paşa Hamdullah beyi yanına çağırır ve “Hamdullah Bey, kongreye hanım öğretmenleri de çağırdığınız için size teşekkür ederim; ama onları neden ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi güveniniz yok, yoksa Türk kadınının iffetine mi? Bir daha böyle bir ilkellik görmek istemiyorum.” der.
Bu tavırdan kızlı-erkekli üniversite bahçesinde oturuyorlardı kendimden korktum, kızlı-erkekli aynı evde yaşıyorlar buna müdahale edeceğiz, toplu taşıma araçları ayrılsın tanımadığım adamlarla yarım saat yolculuk yapmak istemiyorum durumuna nasıl geldik? Şimdi ben soruyorum; sizin kendinize mi güveniniz yok, yoksa Türkiye gençliğinin iffetine mi?
Özel yaşama müdahale tartışmaları ile oyalanırken asıl sorunu gözden kaçırmayalım. 12 milyon işçiyi ilgilendiren bir karar alındı ve kıdem tazminatı budandı. Devlet nişanlarından TC ve Atatürk silueti kaldırıldı. TBMM genel kuruluna türbanlı milletvekili girdi.
3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimler ile AKP iktidar partisi, genel başkan Abdullah Gül başbakan oldu. Kendisine nasıl hitap edeceğimizi şaşırdığımız şanlı zat ise o tarihte siyasi yasaklı olduğu için seçimlere girememişti. Kronik muhalefet, hizipler kralı tarafından yasağı kaldırılınca; bir de ardından otomobil devi 5x5 Jet Fadıl’ın milletvekilliği düşürülünce Siirt’te seçimler yenilendi. Büyük Usta önce kendi deyimiyle, çırak olarak 14 Mart 2003’te milletvekili ve hemen ardından 19 Mart 2003’te de başbakan oldu. Kendisine çırak dediğine bakmayın. Arap şeyhleri de malikanelerine, saraylarına büyük bir tevazu örneği göstererek fakirhane derler. Eh bu da Vahabi hayranı ya, normal karşılamak lazım… Alçakgönüllü adam canım…
Bizim çırak ilk derslerini, talimat mı desek acaba, almak için 8 Nisan 2003’te Sırbistan-Karadağ’a ilk yurtdışı gezisini yaptı. Çok gezen mi çok okuyan mı bilir tartışmasında her zaman çok gezen tarafını tutmuş biri olarak da gezilerini aralıksız sürdürdü. 2003-2013 arasında tam 279 yurtdışı gezisi… Birileri, mesela şamar oğlanı bu durumu Türkiye’nin küresel güç olma yolunda emin adımlarla kat ettiği mesafelere bağlasa da birilerinin Türkçede çok gezen ayağın ne taşıdığına ilişkin sözü bunlara anımsatmasında yarar var.
Hazret nereye gitse orası iflah olmuyor. İlk yurtdışı gezisini yaptığı Sırbistan-Karadağ var ya, o ziyaretten tam üç yıl sonra, 21 Mayıs 2006’da Sırbistan ve Karadağ olarak cart diye ayrıldı.
Her yurtdışı gezisi bir bela açtı ya ziyarete gittiği ülkeye ya bizim başımıza. Yani çok gezen ayak ya bizden taşıdı bir yerlere, ya bir yerlerden bize okyanus ötesinin gözü yaşlı sakininin ya da onu kollayanların pisliğini.
Şimdi muhtemelen bir yerlerden gelecek yeni pisliği maskelemek için çocuklarımıza iftira atıyor. Ne olur birisi bu adama Türkçedeki atasözlerini ve anlamlarını bir anlatsın. “Dervişin fikri neyse zikri de odur” ile başlayabilir örneğin.

Sevgiyle…

31 Ekim 2013 Perşembe

90 Yıllık İhanet...



Bugün 29 Ekim 2013… Tam doksan yıl önce bugün tarih tanık olabileceği en büyük ihaneti yaşadı. Bir Osmanlı paşası kalktı Halife/Sultan, Allah’ın elçisinin vekili, padişahımız efendimiz VI. Mehmet Vahidettin’in buyruklarını ve hakimiyetini yıktı ve Cumhuriyeti ilan etti.
Neymiş efendim padişahlık halkı köle yapmış.
Neymiş, devlet geri kalmış, tebaa yoksulluk içinde kırılıyormuş.
Neymiş vatan işgal edilmiş, devlet yıkılıyormuş, erkekler öldürülüyor, kadınların ırzına geçiliyormuş.
Neymiş, yer altı ve yer üstü zenginliklerimiz yağmalanıyormuş.
Sana ne? Yahu sen kimsin? Bir garip paşasın. Senin neyine vatan, senin neyine millet, senin neyine istiklal-i tam? Aldığın emirleri uygula olsun bitsin. Sen Halife/Sultan, Allah’ın elçisinin vekili, padişahımız efendimiz VI. Mehmet Vahidettin’den daha mı iyi bileceksin? Sen Damat Ferit Paşa’dan, sen Ali –nam-ı diğer- Artin Kemal’den daha mı iyi bileceksin? Sen filozof Rıza Tevfik’ten, şair Cenap Şahabettin’den daha mı iyi bileceksin?
Ne oldu? Tam bağımsız bir cumhuriyet kurdun da eline ne geçti?
Yalnızca yirmiyedi yıl sürdü senin rüyan. Sonra eski tas eski hamam oldu. Yeniden bağımlı olduk. Yeniden sömürge olduk. Ama ne inatçı takipçilerin varmış. Tam doksan yıl oldu hala padişahlığı geri getiremedik. Neyse, en fazla on yıl kaldı. İnşallah, 2023’te, senin ihanetinin 100. yılında 21. yüzyılın ilk Osmanlı Padişahı Sultan I. Teyup tahta çıkacak ve Yeni Osmanlı İmparatorluğu doğacak.
İşte o zaman seni yüzyıl boyunca takip edenler, senin askerin olduğunu her yerde bağıranlar, senin izinde olduğunu söyleyip yan gelip yatanlar, senin eserlerini korumayı senin orduna bırakanlar uyanacak. Başlarını vuracak duvar arayacaklar. Bulacaklar da çünkü hepsi dört duvar arasına kapatılmış olacak.
Sen bu halkın gördüğü en büyük hainsin. Neden mi?
Çünkü sen sana sunulan serveti elinin tersiyle ittin.
Çünkü sen yalılarda, saraylarda yaşayıp devleti satmayı reddettin.
Çünkü sen Ya İstiklal Ya Ölüm dedin.
Çünkü sen Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir dedin.
Çünkü sen halkın yoksulluğuna aldırmadan, halkla bir bağımsızlık savaşı verdin.
Çünkü sen sana sunulan sadakayla yaşamayı reddederek, onurlu, bağımsız ve özgür bir devlet kurdun.
Çünkü sen Hürriyet ve İstiklal Benim Karakterimdir dedin.
Çünkü sen halkı kulluktan, tebaa olmaktan, ümmet olmaktan kurtarıp ulusal bir bilinç, ulusal bir kimlik yarattın.
Çünkü sen dizlerinin üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi tercih ettin.
Çünkü sen kadınları özgürleştirdin.
Çünkü sen bilimi, aklı yol gösterici olarak gösterdin.
Çünkü sen padişah olabilecekken bir meclis ve o meclisle bir Cumhuriyet kurdun.
Çünkü sen çok şey yaptın.
O nedenle sen bu halkın ve tarihin gördüğü en büyük hainsin. Adının her yerden silinmesi gerekli… Küçücük çocukların zihinlerini kirletmemek için resimlerinin, heykellerinin kaldırılması gerekli… Seni unutturmak gerekli…
Biz öyle inceden çalıştık, öyle planlar yaptık ki bilemezsin. Doksanıncı yılında Cumhuriyetin kuruluşunu kutlamayı suç haline bile getirdik. Kurduğun devletin bayrağını taşıyanları,  İstiklal Marşını okuyanları yargıladık, zindanlara attık.
Özgürleştirdiğin kadınları yeniden paçavraların ve duvarların arasına kapatmak için her şeyi hazırladık.
Bir kez yenildik sana. Bir daha yenilmeyiz diyeceğim ama bu halkın ne yapacağı belli olmaz ondan korkuyorum.
Bu halk bir kez daha silkinirse neler olur ondan korkuyorum.
Bu halk yeniden uyanırsa neler yapar bize ondan korkuyorum.
Saldığımız korku, verdiğimiz uyku ilaçları, oyalanması için önlerine attığımız oyuncaklar etkisini yitirince neler çıkacak ortaya ondan korkuyorum.
Bir on yıl daha kandırabilirsek, bir on yıl daha uyutabilirsek, bir on yıl daha kurduğun cumhuriyete katlanabilirsek… İşte o zaman çok geç olur senin ve Cumhuriyetin için.
Hey siz oradakiler susun bakayım! İnsanları zor uyuttuk, uyanacaklar şimdi ses etmeyin.
***
BİLÂ-ZAMAN
(1936 İspanyası’nda meselâ)
Dönülmez Faşizmin ufkundayız
Vakit çok geç
Demiş Can Yücel…
Ben de diyorum ki hiçbir şey için geç değildir. Yeter Artık Uyan Türkiye!
Sevgiyle…

24 Ekim 2013 Perşembe

Angara’nın Yolları… 25.10.2013 tarihli Edremit 10Haber Gazetesindeki yazım



İp attım ucu kaldı
tarakta kücü kaldı
ben sevdim eller aldı
yürekte acı kaldı

Ankara'nın bağları da
Büklüm, büklüm yolları
Ne zaman sarhoş oldun da
Kaldıramıyon kolları

Pek çok kişi bu türküyü bir Ankara oyun havası sanıyor. Aslı son derece hüzünlü bir Kırıkkale bozlağı olup, kaynak kişisi Seyit Çevik’tir. “Angara’nın yolları” kısmı da sonradan eklenmiştir. İnternette isterseniz Seyit Çevik’ten özgün yorumunu, isterseniz Kardeş Türküler Grubu üyesi Feryal Öney’den içli yorumunu dinleyip hüzünlenebilir ya da Angaralı Coşkun’dan yozlaşmış halini dinleyip göbek atabilirsiniz.
Ankara Ovası alabildiğine geniş bir arazidir. Bu geniş arazide tek tek ağaçlar gözünüze çarpar. Ağaçlar o kadar seyrektir ki ağustos sıcağında ilaç için gölge bulamazsınız pek çok yerde. İşin ilginç yanı 1402’de yapılan Ankara Savaşı sırasında Türk-Moğol Hükümdarı Timurlenk fillerini ağaçların sıklığından Ankara Ovasına sokamamış. Ardından başlayan ağaç katliamı yüzyıllar boyu sürmüş ve bu günkü bozkır ortaya çıkmış.
Ankara uzun yıllar insan sağlığını tehdit edecek kadar kirli havasıyla anıldı. Murat Karayalçın’ın belediye başkanlığı döneminde başlattığı yeşil alanların arttırılması, doğalgaz alt yapısının oluşturulması, toplu taşımanın yaygınlaştırılması, metro inşaatının başlatılması, kaçak ve kalitesiz kömürün önlenmesi çalışmalarıyla havası oldukça temizlenmişti. Sonra AKP ve İ. Melih başgan geldi ve her şey eskisi gibi oldu. Doğal gaz fiyatları Ayyuk’a çıktı. (Ayyuk, Göğün kuzey yarım küresinde bulunan Arabacı Takımyıldızının en parlak yıldızı.) Kaçak kömür aldı yürüdü. Toplu taşıma tu kaka ilan edildi. Şimdi AKP ve İ. Melih başgan gözünü Ankara’nın akciğerlerine dikti. Atatürk’ün boz ve kır bir toprak parçasından yarattığı Atatürk Orman Çiftliğine Başbakanlık Sarayı ve ABD Elçiliği kondurmak için dönümlerce arazi ağaçtan arındırıldı. AOÇ’de 3 bin ağaç kesildi.
Sonra sıra başka ormanlık alanlara geldi. İlk fidanlarını 12 Mart faşizminin astığı Yusuf Aslan, Hüseyin İnan gibi devrimcilerin diktiği ODTÜ Ormanlarına… Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, belediyenin fışkiyesini kıranı hala bulamayanı, RedHackçileri yakalayamayanı İ. Melih Gökçek Angaralı Coşkun yorumunu çokça dinleyip coşmuş olmalı ki yeni yollar yapmak için kolları sıvadı. Bu iş için de her zaman yaptıkları gibi en güzel, en özel yerlerden biri olan ODTÜ ormanını seçti. Bir gecede, yangından mal kaçırır gibi, iş makineleri ve polis korumasında girip 2 bin 388 ağacı kestiler. Ama hakkını yemeyelim İ. Melih Başkanın, parasını vermişler.
Sorun yalnızca üç beş ağaç değil hala anlamadınız mı?
Sorun yalnızca Ankara’da AOÇ ve ODTÜ ormanları ile gerici 31 Mart ayaklanmasının simgesi Topçu Kışlasının yapılması için Taksim’de kesilecek ağaçlar değil. Bu işin ideolojik yönü... Bu hükümet Osmanlı torunu ya, yenilikçi, devrimci kişi ve kuruluşlar tarafından yoktan var edilen yeşil alanlar dolar yeşiline kurban edilecek.
Bir de yol-cami-medeniyet ilişkisi var tabii. Yol medeniyettir buyurdu hazretleri. Daha beş ay önce canlarını kurtarmak için camiye sığınan Gezi direnişçilerini suçlamıştı. “Camiye ayakkabıları ile girdiler” demişti. Şimdi yol için cami bile yıkarım diyor. Meşhur %50’den kimse de kalkıp Sultan Hazretlerine sormuyor bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye. Bunları düşünürken gece yarısı baskınının sebebi hikmeti ortaya çıktı. O ağaçlar kesilmeli, o yol açılmalıydı çünkü 29 Ekim’de bir alış veriş merkezi açılacak ve ODTÜ ormanı katledilerek açılan yoldan geçiş sağlanacak.
Ağaç ve yeşil katliamının bir de rant yönü var elbette. Rant için neler yapmadılar, 8-10 bin ağacın ve milyonlarca vatan evladının gözünün yaşına mı bakacaklar? Üçüncü köprü güzergahında birkaç bin ağacın yanlışlıkla kesildiğine inandınız mı? Güzergahı düzeltecekler ve birkaç bin ağaç daha kesilecek. Boşalan alanlara da rezidanslar, AVM’ler, villalar dikecekler. Sonra gelsin paracıklar.
Başka? Başka Kaz Dağlarını yok edecekler. Altın arayarak, gümüş çıkartarak, bor bulmak için, boraksı gün yüzüne çıkarmak için, bakır için, alüminyum için, kalay için Kaz Dağlarının böğrünü delecekler. Suyuna ve toprağına siyanür karıştıracaklar. İda’nın bin pınarından zehir akıtacaklar.
Yani demem o ki mesele üç-beş ağaç değil arkadaş hala anlamadın mı?
Sevgiyle…

10 Ekim 2013 Perşembe

Adalete Balyoz İndi…11 Ekim 2013 Tarihli Edremit 10Haber Gazetesindeki köşe yazım...

Başlıktan da anlayabileceğiniz gibi bu hafta Yargıtay tarafından karara bağlanan Balyoz Davası hakkında yazıyorum. Ama önce küçük bir test yapalım:
Soru 1: Özal iPhone5 kullanmış olabilir mi?
a-) Olamaz
b-) Yok artık!
c-) Daha zaman makinesi icat edilmedi
d-) Balyoz sanığı ise olabilir
Soru 2: Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı üzerinde saatte 1000 km hızla giderken kim gözcülük yapabilir?
a-) Alex De Souza
b-) Süpermen
c-) Uçan Kaz Morton
d-) Balyoz sanığı
Soru 3: Bir adama 20 yıl ceza neden verilir?
a-) Adam öldürmekten
b-) Tecavüzden
c-) Gasptan
d-) Sahte bir cd yüzünden
Soru 4: TRT canlı yayınında sualtında kim belge hazırlayabilir?
a-) Mc Gyver
b-) Denizkızı Eftelya
c-) Kaptan Nemo
d-) Balyoz sanığı bir SAT komandosu
Soru 5: Henüz yapılmamış bir gemide kim görevlendirilmiş olabilir?
a-) Captain Jack Sparrow
b-) Temel Reis
c-) Captain Kirk
d-) Bir Balyoz sanığı
Soru 6: AİHM’nin tutuklu Balyoz sanıklarının derhal salıverilmesine karar verilmesinin gerekçesi nedir?
a-) Sahte deliller
b-) Savunma hakkının kısıtlanması
c-) Tanıkların dinlenmemesi
d-) Hepsi
Soru 7: Hangi filmde yüzlerce kişi sahte cd yüzünden 20’şer yıl hapis cezası almıştır?
a-) Yüzüklerin Efendisi
b-) Star Wars
c-) Kuzuların Sessizliği
d-) The Balyoz
Soru 8: Sizce bir sanığa 20 yıl hapis cezası nasıl verilmiş olabilir?
a-) Tanık dinlenmeden
b-) Dosyası bilirkişiye gönderilmeden
c-) Lehte delilleri saklanarak
d-) Hepsi

Bütün soruları “d” yanıtı vererek doğru yanıtlayan okuruma İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi sponsorluğunda Silivri L Tipi veya Hasdal Askeri Tip Tatil Köylerinde 20 yıl tatil hediye ediyorlar.
Hepiniz Balyoz Davasını duymuşsunuzdur. Çoğunuz da ne oluyor yahu bu askerlere demişsinizdir. Bir kısmınız da gazeteleri, internet sitelerini, haber programlarını izleyip işin aslını araştırmışsınızdır.
Şimdi ben sizlere işin aslını, bu balyozcuların ne menem adamlar olduğunu anlatacağım. Bi kere bunlar çok becerikli adamlar/kadınlar. Neler neler yapmışlar aklınız durur. Mesela içlerinden biri ki kendisi Kardak’ta gariban Yunan askerlerini kovalayan alçaklardandır, denizin bilmem kaç metre dibinde, devletin televizyonu karşısında çekim yaparmış gibi yaparken ofisinde belge hazırlayabiliyor. Sonra bir başkası görevli olarak gittiği Almanya’dan geçici görevle ABD’ye gönderildiği ve burada bulunduğu sırada Ankara’da bir toplantıya katılabiliyor. Ayrıca neredeyse hepsi inşa edilmemiş binalarda, kurulmamış derneklerin, yapılmamış toplantılarına katılabilecek kadar yetenekli. Yok canım, bu adamlar Süpermen, Örümcek Adam falan değil, öyle üç gözü, altı parmaklı elleri olan, kuyruklu boynuzlu uzaylılar da değiller, sizin benim gibi ademoğlu/havvakızı hepsi. Ama ne kurnaz, ne yeteneklidir onlar. Şeytana pabucunu ters giydiren cinsten…
Ama bizim cevval, cingöz polis ve savcılarımızdan kaçar mı? Hepsinin foyasını tek tek ortaya çıkardılar. Külyutmaz hakimler de yapıştırdılar cezayı. Bu arada bazı tanıklar dinlenmemiş, bazı gizli tanıklar yalan söylemiş, bazı deliller uydurmaymış, kime ne? Bir insanın aynı anda iki yerde birden olması imkansızmış, kim dinler? Siz değil miydiniz kardeşim imkansızı başarırız mucizeler zaman alır diye bağıran? Yapmışsınızdır.
İstanbul’da öğrenciyken tanık olduğum bir olay geldi aklıma. İstanbul Üniversitesinde bir protesto eylemi yapılır. Rektörlük olaya karışanlar hakkında soruşturma açar. Soruşturma açılanlar arasında olay tarihinde Gaziantep Devlet Hastanesinde ameliyat olmuş bir öğrenci de vardır. Öğrenci bu durumu belgeleyerek soruşturmaya itiraz edince rektörlük hem yanıtı hem de cezayı yapıştırır: Bize ne kardeşim, sen de muhalifsin, okulda olsaydın bu eyleme katılırdın.
Ya işte böyle sevgili dostlar. O sanıklar da su altında ya da ABD’de olmasa o belgeyi hazırlayacak, o toplantıya katılacaktı. Ol sebep hepsinin seren direğinde asılmasına… Hay Allah idam kalkmıştı değil mi? O zaman yirmişer yıl kalebentliklerine, o da olmazsa ağır hapis verelim gitsin.
“Hüsamettin incir ağacımı getir”*
Sevgiyle…
* * *

Hüsamettin İncir Ağacımı Getir

bir deli feyz aldı diyordu
bütün diktatörleri yeryüzünün
bir başkası gökten zembille inmişti
ve bir peygamberdi anlaşılmamış
biri durmadan koşuyordu
üstünde bir don bir gömlek
ve bir başkası
ölmek diyordu
kurtuluş ölmek
o genç bir adamdı
sakalları uzamış saçları kirli
gözleri cam gibi parlıyordu
bir noktaya bakıyor
sessizce ağlıyordu
beni görünce
belli belirsiz bir gülümseme geçti yüzünden
dedi ki
sivaslıyım 27 yaşındayım adım bekir
sonra durdu ve bağırdı uzun uzun
hüsamettin incir ağacımı getir
Ümit Yaşar Oğuzcan

6 Ekim 2013 Pazar

Ateşten Gömlek… 7 Ekim 2013 tarihli Edremit 10Haber Gazetesindeki yazım.



Siyaset yapmak tercihe göre değişen yönlere sahiptir. 1950’den bu yana sağda siyaset yapmak kolay ve kazançlıdır. Solda olmak ise her zaman zorlu olmuştur. Sol bir partide siyaset yapanlar ateşten gömlek giyer, dikenli taç takarlar.
Dinsizlikle hatta din düşmanlığıyla suçlanırsınız, kendilerininkinden başka inanca saygı göstermeyenler tarafından.
Sanki çok kötü bir şeymiş gibi komünistlikle ve buna paralel olarak namus yoksunu olmakla suçlanırsınız, 14 yaşındaki kızların ırzına imam nikahıyla geçilmesine destek verenler tarafından.
Vatan hainliğiyle suçlanırsınız, oysa bir çakıl taşını bile satmamışsınızdır.
Yalancılıkla suçlanırsınız, sizi suçlayanın yalan söylediği herkes tarafından bilindiği halde.
Anarşistlikle suçlanırsınız, anarşizmin anlamını bilmeyen karacahiller tarafından.
Teröristlikle suçlanırsınız, elinize silah almamışken.
Bölücülükle suçlanırsınız, herkesi kardeşiniz görürken.
Darbecilikle suçlanırsınız, tüm darbelerden en fazla siz zarar görmüşken.
Durağanlıkla hatta gericilikle suçlanırsınız, yüzü ileri dönükken geri geri gidenler tarafından.
Halk düşmanlığıyla suçlanırsınız, halkla arasına1500 kişilik koruma ordusu koyanlar tarafından.
Putperestlikle suçlanırsınız, kime ait olduğu bilinmeyen bir kıla yüz sürmeye çalışanlar tarafından.
Kadın düşmanı olmakla suçlanırsınız, kadınları eve ya da kumaştan yapılmış zındanlara tıkmaya çalışanlar tarafından.
Faşizmle suçlanırsınız, karşıtlarını her gördükleri yerde yok etmeye çalışanlar tarafından.
Yetim hakkı yemekle suçlanırsınız, üniversiteden dün mezun olmuş çocuklarını 52 bin lira maaşla kendine danışman atayıp maaşını devlete ödetenler tarafından.
Eğitime engel olmakla suçlanırsınız, polisi %88 artırıp buna karşılık öğretmenleri %24 azaltanlar tarafından.
Doğa düşmanı olmakla suçlanırsınız, dikili ağaçları kesip ağaç taklidi beton direkler dikip, parkların yerine AVM yapmak için insan öldürenler tarafından.
Kısaca yaptığını her şey suç, söylediğiniz her şey kabahattir eğer solda siyaset yapıyorsanız. Bir de üstüne bazı olanaklarınız iktidarın lütfuna bağlıysa yandı gülüm keten helva.
Hakkınızda soruşturmalar açarlar, sürgünlere gönderir cezaevlerine atarlar.
İşinize son verirler, çalıştığınız yerden kovulmanızı sağlarlar, ödenek vermezler, deveyi hamuduyla götürenler dururken vergi daireleri, sosyal güvenlik kurumları, icra daireleri sizin yakanıza yapışır.
O nedenle solda siyaset yapmak ateşten gömlek giymek gibidir. Yanacağınızı, yalnızca sizin de değil tüm çevrenizin taciz edileceğinizi bilerek yaparsınız. O yüzden cesaret ister, dimdik bir duruş ister, sağlam bir bel kemiği ister, dürüstlük ister, ilke ister.
Yerel siyasette sol bir partiden aday oluyorsanız işiniz daha da zor. Ne engellerle karşılaşacağınızı yalnız o engelleri hazırlayan bilir. Daha adınız geçtiğinizde hazırlıklar başlamıştır ve bir bir önünüze çıkar beklenmedik –aslında beklediğiniz- zorluklar.
İktidara hele bugünkü iktidara karşı olmak demir gibi bir bilek, mangal gibi yürek ister. Bunlar yoksa ne solcu olabilirsiniz, ne solda siyaset yapmaya devam edebilirsiniz.
Bütünşehir yasası ve büyük ilçe ilanından sonra kentimiz Edremit, siyasi iktidar tarafından daha önem verilen bir yer oldu. İçerdiği rant ve rantiyelere rağmen henüz bozulmamış doğası, zeytini, Kaz Dağlarındaki altınıyla…
Edremit hak ettiğinden çok gerilerde... Bakmayın benim kent dediğime, sağcı başkanlar tarafından yönetile yönetile büyük bir köy olmaktan öteye gidememiş Edremit.
Edremit’i yamyamlara yem etmeyecek,
Edremit’i hem ülkemizde hem de dünyada hak ettiği yere getirecek,
Edremitliyi ve Körfezi daha da yukarılara taşıyacak,
Cesur, sağlam duruşlu, omurgası olan, dürüst, ilkeli, ilerici-devrimci, aydın bir başkana ihtiyacımız var.
CHP, Edremit’te de bu niteliklere sahip bir aday belirlemek için çok önemli bir adım attı ve 6 Ekim Pazar günü eğilim yoklaması yaptı. Şimdi söz sırası Genel Merkezde. En iyi en uygun adayı belirleyecek ve Edremit’i güzel günlere götürecek yolu açacaktır.
Sevgiyle…